BİR GÖZÜMÜZ AĞLAR BİZİM / HATİCE GÜNDAY ŞAHMAN
“Bugün işler kesat! Bugün işler kesat!” Karşımdaki bankta. Sigarasından derin nefesler çekip, dumanı havaya savurduktan sonra. “Bugün işler kesat! Bugün işler kesat!” Duymamak mümkün değil. Sokakta sadece telaşlı ayak sesleri. Hep dolu olan kafeler neredeyse bomboş. “Kahve falı, sadece on lira,” diye bağıran yok. Gitar çalan, ney üfleyen sokak çalgıcıları da. Mülkiyeliler’in önünde imza toplayan da. Konser bileti satmaya çalışan da. Bulvardan geçen arabaların sesi ağaçların arasından sızan güneş gibi ulaşıyor sokağa.
Cebimden sigaramı çıkardım. Arandım ateş yok. Gittim, istedim. Yer yer beyazlamış kıvırcık saçlarının arasından şöyle bir baktı. Yanan sigarasını uzattı. “Bugün işler kesat!” Dilenci olmalıydı. Sokakta kimseler yoktu, para isteyebileceği. Çıkardım bir onluk uzattım.
“Siktir git be parayla mı vereceğiz ateşi?”
Bir kadın ağzına hiç yakıştıramadım, ama sesim mahcup. “Yok teyze kusura bakma, ondan değil de…” Hızlıca uzaklaşıp gitmek varken, kendimi bağışlatmak için olmalı çöktüm yanına. Benimle mi konuşuyordu, kendi kendine mi anlamadım önce.
“İşler kesat. Bak bak! Bomboş işte!”
Cebini gösterdi. Daha doğrusu ceplerinden birini. Üzerindeki uzun mantonun iki altta, iki üstte, iki de kollarda sonradan dikilmiş cepleri vardı. Bir de çanta vardı yanında, büyük.
“Hangi işler kesat teyze? Ne satıyorsun ki?”
“Ben satıcı değilim. Toplarım. Ama bugün işler kesat!”
Şıp diye anladım istifçi bir Diyojen’di o. Çöpleri karıştıran, işine yarayacağı düşüncesiyle bulduğu ıvır zıvırı cebine, çantasına dolduran. Hemen bir çöp ev çizdim kafamda. Bir de isim buldum. Sinoplu Diyojen, Ankaralı Gülcan oldu.
“Ne toplarsın?”
“Gülüşleri toplarım, kahkahaları.” Gülüşleri toplayan Gülcan. Nasıl yani? Şaka mı? Değil. Kederli yüzü ciddi. Zararsız deli, etiketi yapıştırıyorum hemen.
“Nasıl topluyorsun ki gülüşleri?”
“Kirpiklerimin arasına hapsediyorum onları. Sonra daa gözlerimden cebime. Hooop!” Akıllısı beni bulmaz ki! Dudaklarıma diktiği gözlerini yumdu. Ta ki cebini açıp içine bakana dek.
“Siftah senden.”
Başka zaman olsa ne güzel olurdu, dünyadan haberi olmayan biçareyle muhabbet. Ama bugün olmazdı. Kendi halinde oturuyordu. Ben de yanında. Annesinin yanında güven bulan çocuk misali. Bakışları hızla önümüzden geçen yüzleri yakalayamıyordu. Zaten kimsenin gülecek hali de kalmamıştı. Bir tek karşı kafedeki komi yılışık yılışık bakıyordu. Gördü. Tükürdü kaldırıma.
“Siktir git lan!” Yakışıyordu ağzına küfür. Nereden geldiyse aklıma:
“Aynaya baksan, kendine gülümsesen?”
“Olmaz olmaz. Aynada olmaz. Yani özellikle olmaz. Sahici olmalı. Aslında biliyorum en sahici, en çok gülümseme doğumhanelerde. Anneler kucağına alınca bebelerini, emzirince, küçük parmaklar tutunca büyük parmakları. Ama beni hastaneye sokmuyor kapıdakiler. Ben de hayal ediyorum. Hayal gülüşlerinse kıymeti yok. Beğenmiyor alıcılar.”
“Satıyor musun topladıklarını?” Soruma da gelecek cevaba da inanmadan öylesine.
“Olmaz olmaz. Satmam. Veriyorum. Yoksa niye toplayım ki. Deli miyim ben? Paylaşmadıktan, çoğaltmadıktan sonra. Dönüştürücü dostlarım var benim. Onlar alıyor. Sonra söze, sese, fırçaya, boyaya, çamura katıyorlar bu gülüşleri.”
“Sonra?”
“Sonra sonra. Başka insanlar alıyor onların yaptıklarını. Çoğalıyor gülüşler. Her bakan, her okuyan, her dinleyen…”
“Gene güldün ama aynı günde aynı kişiden gülüş olmaz olmaz. İstemem sende kalsın.”
Deli meli değil bu. Konuşması düzgün. Söyledikleri belli bir mantığa dayalı.
“Mesela” diyor, “Düğünlere giderim. Damatla gelinin imzayı attıktan sonraki gülümsemelerini alırım. Misafirlere takındıkları maske gülümsemeyi değil. Damadın annesinin takılara baktığındaki geniş memnuniyete de yüz vermem hiç. Altınla, parayla, pulla aydınlanan yüzler pöhhh. Siktir et onları. Bir tek emekli ikramiyesi alanların terli gülüşlerini severim. Kıymetlidir, iç cebime koyarım.” Elini kalbinin üzerine koyuyor. Sanki eli benim kalbimde.
“Aç mısın? Gidip şurada bir yemek yiyelim.” İyi bir yemek ısmarlamak istiyorum ona.
“Olmaz olmaz. Sen benim konuğumsun.” Bankına oturmuşum ya. Köşedeki simitçiden iki simit. Elleri temiz midir acaba diye düşünsem de yiyorum simidi. Bir kumru geliyor ayaklarımızın dibine. Simidinden kopardığı parçayı kumru tek lokmada yutarken bakıyorum dudaklarına. Kapatıyorum gözlerimi. Mantomu eteğinden tutup kaldırıyorum, cebine yaklaştırıyorum kapalı gözlerimi.
“Bak ben de senin sahici gülüşünü koydum cebime.” Göz bebekleri büyüyor.
“Demek sen de bizdensin kızım. İster misin işin inceliklerini öğreteyim sana?” Cevabımı beklemiyor.
“Hadi o zaman başlayalım. Kural bir. Gözünü dikip bakmayacaksın. Çaktırmayacaksın yani. El ele tutuşan, öpüşen gençler. Her zaman sahicidir mutlulukları. Sakın kaçırma. Ne iş yapıyorsun sen?”
“Avukatım.”
“Olmaz olmaz. Adliye koridorlarında. Arada bir kelepçelerin çıkarılacağı müjdesi. Bekler durursun. Nasıl gidip geliyorsun işe?”
“Arabayla.”
”Olmaz olmaz. Trafikte ancak cam silen çocukların gülüşünü yakalayabilirsin. Otobüse, dolmuşa, metroya bin. Asıl o insanların içinde bulursun. Sözgelimi, genç biri daha çevredekiler kalk diye bakmadan, yer verirse yakalarsın o yaşlı gülüşü. Sorularıyla annesini bunaltan kız çocuğun meraklı gülüşü. Elinde poşetlerle vagondaki son koltuğa kendini bırakan kadının rahat gülüşü. Ne o beğenmedin mi? Banko. Cebin boş çıkmazsın.”
Kolumdan tutup kaldırıyor. Biraz ilerdeki okulun bahçesinden çocuk sesleri. Teneffüs olmalı. “İkinci banko okul bahçeleri, çocuk parkları.” Sözünü bitirir bitirmez eğiyor kafasını yan cebine.
“Ama buralarda hızlı olmalısın.” Sürekli cebine doğru eğilip kalkıyor. Bir taraftan da:
“En iyisi öğretmen olmak ilkokulda, lisede, üniversitede hiç fark etmez. Bir de doktor.”
Demirlerin arkasında bir oğlan. Nanik yapıyorum. Dil çıkarıyorum. O da bana. Gülümsüyor. Onu taklit ederek montumun cebine eğiyorum başımı.
“Olmaz olmaz. Kendiliğinden olacak. Öyle şaklabanlık yok.” Kestirip atıyor. Tekrar bankımıza geliyoruz.
“Yıllardır bu işi yapıyorum. Kokusunu hissederim gülüşün. Sokaklardan geçerim bildiğim ve bilmediğim. Kavrulan un kokusundan görürüm, bir kadının sabırlı gülüşünü. Balkonda radyo dinleyen amcanın Kalamış’a giden huzurlu gülüşünü duyarım. Çiçekçiden kendine menekşe alan kadının lise günlerindeki gülüşünü yakalarım.” Susuyor. Kafasında söyleyeceklerini düzenliyor gibi. Bense artık bu kentin yaşanılası olmadığı düşünceme yandaş bulmak niyetiyle:
“Bu kentin gülüşleri tükendi. Bir sahil kasabasına gitsene. Denize uyanırsın. Güneşi dalgalara gömer, ayı, yıldızları denizden toplarsın. Sahici gülüşleri. Balıkçıların, balığı henüz canlıyken kovaya bırakışlarındaki gülümsemeyi, kumdan kale yapan çocukları, birbirlerine su atanları, deve güreşi yapanları, yandaki bikinili kızı kesen amcanın,” ona öykünerek “Ahhh gençlik misali yayvan gülüşünü,” Kaldırıyor elini havaya sanki vuracak:
“Olmaz olmaz. Çapkın gülüşler olmaz ki. Hem bu kentin gülüşlerini kim toplar ben gidince?”
“Ohooo teyzecim çok kuralın varmış.”
Kural olmadan, kanun olmadan olur mu hiç diyen, küçümseyen bir bakış. Kızgınlığı geçince başladı:
“Önceden üniversitelere giderdim. Atılan kepler misali havada uçuşan gülücükleri toplamaktan yorgun düşerdim. Ama en güzel mezun gülüşler engelliler okulunda yakalanır. Oralara da git.” Aklıma downsendromlu çocukların çalıştığı pastane geliyor. Kendime saklıyorum. Onun yerine cevabını sezsem de:
“Sakarya’ya gitsene. Orada istemediğin kadar gülüş, kahkaha bulursun. Hem onlar sever senin gibileri,” diyecekken susuyorum. Daha doğrusu susturuluyorum.
“Olmaz olmaz. Anlamıyorsun. Kendiliğinden olacak. Alkol kokusu bozar saflığı. Sek olacak anladın mı? Sek.”
“Kural dört diyorsun yani. Peki, sen içmez misin?”
“İçerim içerim. Ama çalışırken içmem. Çamlık vardır Cebeci’nin üst taraflarında. Bilir misin? Orada içmeyi severim. Ankara ışık ışık önümde.” Kafasını arkaya çeviriyor hızla. Beni de dürtüklüyor. Piyangocudan alınan çeyrek bilete iki misli umut katılmış gülümsemeyi, ikimiz birden koyuyoruz ceplerimize. “Aferin!” diyor. Yapıştırıyorum cevabı:
“Otomobilin altındaki ustasından ilk aferini alan çırağın yağlı gülüşü.”
“Günler sonra evine dönen uzun yol şoförünün kanepeye uzandığı andaki oh be gülümseyişi.”
“Lise tiyatro grubunun seyirciyi selamladıkları kırmızı gülüş.”
Sahici kahkahalarımızı ağaçlardaki kuşlar çoğaltıyor. O zaman görüyorum üstteki dişinin dizine vurdukça sallandığı. Gözlerim doluyor. Düştü düşecek. Omzuma vuruyor.
“Olmaz olmaz. İki göz olmaz. Bir gözünle ağlayacaksın.” Ekliyor hemen.
“Böbrek nakli yapan bir cerrahın maske altındaki gülümseyişi.” Susuyorum. O da. Bir dize geliyor aklıma.
“Ya da laboratuvarda sabahlayan bilim insanının sırtını dikleştiren gülüş.” Devam ediyoruz.
“İlk kitabını koklayan genç yazarın mahcup gülümsemesi.”
“Balkondan attığı peynirleri yiyen kediyi izleyen kadının korkak gülümseyişi”
“Kışın tarçınlı salep, yazın limonata tadındaki gülümseyiş.” Telefonumun sesiyle bölünüyor oyunumuz. Kocam.
“Neredesin? Merak ettik. Devamlı mesaj geliyor. Yeni saldırılar…” Arada oğlanın sesi.
“Tamam, gelirim birazdan.” Konuşurken göz ucuyla izliyorum. Ceplerini açıp açıp bakıyor.
“Hadi gidelim. Seni de evine bırakayım.”
“Olmaz olmaz. Yürümek lazım. Sokakta insanlar. Sokakta gülüşler var.”
Şöyle bir sallıyor elini “Hadi eyvallah.” Sesleniyorum bilmiş bilmiş. “En sahici gülüş içimizdeki çocuğun gülüşü. Unutma. Aynada o çocuğa bak.” Sallıyor elini yeniden. Sağ olasın mı diyor hareket mi çekiyor, anlamıyorum.
Arabayla eve dönerken tek başıma devam ediyorum oyuna. Kopya çeken öğrencinin gözetmenin aldırmazlığıyla rahatlayan gülüşünü, aynı çocuğun maçta son saniyelerde attığı golle gelen nefes nefese gülüşle değiştiriyorum. Leylak ağacının altında meditasyon yapan bir kadının dingin gülümseyişini görüyorum kırmızı ışıkta. Kütüphanede kitap okuyan kız çocuğunun sessiz gülücüğünü, beyaz kelebek kanatlarıyla uçuşan kahkahasıyla şerit değiştiriyorum. Bir paket makarna, bir çuval kömür alan teyzenin çok şükür bakışına, oy toplama derdindeki adamın hesaplı gülüşünü ekleyecekken: “Olmaz olmaz. Hesaplı kitaplı gülüşler olmaz,” derken buluyorum kendimi arabayı park ederken.
Şu ana dek hiç bilmediğim bir yönümü keşfediyorum. Hayalperest. İnsanlar konuştuklarımızı, düşündüklerimi bilseler, nasıl da küçümserler. Nasıl da sıradan bulurlar. Pöhhh diyorum Gülcan teyzem gibi. Bizler Dalgacı Mahmut’ların, göle maya çalanların, ayı kırpıp yıldız yapanların genlerini taşıyoruz. Sesli sesli yineliyorum.
“Bir gözümüz ağlar bizim. Bir gözümüz.”
- Öykü yazarın Kırmızı Etek isimli kitabından alınmıştır. (İmge Kitabevi Yayınları, 2025)