YARA İZİ OLMAYAN İNSAN MIDIR? / İDRİS ERDOĞDU
Yara üzeri kapanmayan izdir. Ne kadar iyileşirse iyileşsin, dokunduğunuzda o anı çağrıştırır dahası göreni de göstereni de etkisi altına alır. O yüzden yara izi olmayan biri insan değildir. Yara izleri insanın hikâyesini anlatır. Fransız sair Alfred de Musset’nin dediği gibi: “İnsan bir çırak, acı da onun ustasıdır. Kimse acı çekmediği sürece kendini bilmez.”
İnsan birey, topluluk, toplum, ulus, sınıf hangi durumda olursa olsun yaşamın normal akışının dışına çıktığında ya da çıkarıldığında yaşayacağı kırılma bir yaralanma halidir. Kırılmanın yaşandığı ana kadar ki devam eden akışın tekrar eski haline gelmesi, anla bağ kurarak geleceği doğru inşa etmesi; yaralanan öznenin kendini onarmak için süreci baştan alarak gözden geçirmesi ve yaralanma anına ilişkin öyküsünü anlamlı kılmasıyla gerçekleşir. Yaralı öznenin yaralanmanın tekilliği üzerine kuracağı hikaye, çoğunlukla mağduriyet temellidir. Çünkü yaralı özne yaşadığı şokla bunun dünyada yalnız kendi başına geldiğini düşünerek neden sorusuyla uzun süre uğraşır. Tabii ki yaralanan varsa bir de yaralayan vardır. Yaralanan ile yaralayan arasındaki ilişkide öyküleştirme sağaltım sürecinde önemli rol oynar. Hatta diyebiliriz ki yaralananın iyileşmesi yaralayanla kurduğu ilişkiyle birebir bağlantılıdır.
Yaraya iki türlü bakış vardır; Birincisi yarayla alay etme ikinci ise yaranın güçlendirici etkisi. Öldürmeyen yara güçlendirir. “Yarayla alay eder yaralanmamış olan” der, Shakespeare. Anadolu’da ki anlatımı daha başkadır. “Yaralının halinden ne bilir yarasızlar” diyerek yaralı öznenin yaralayanla ilişkisini tanımlar. Yüzyılın en büyük yarası olan göç ve sonucunda ortaya travmatik durumlar buna en iyi örnektir. Yerinden edilmiş insanlara sığındıkları ülkelerin kabul merkezlerinde neden geldiniz sorusunu sorulması, özellikle kadın sığınmacılardan yaşadıkları olumsuz deneyimleri detaylandırarak anlatmalarının istenmesi yarayla alay etmekten başka bir şeyle sanırım açıklanamaz.
Peki edebiyatın ya da sanatın sağaltıcı gücü yaralı bireyi iyileştirici etkisi nereden kaynaklanır. Ya da edebiyat gerçekten yarayı iyileştirir mi? İzniniz olursa burada biraz disiplinler arası bir geçiş yapacağım. Tıbbi düşünme; öyküsel, mekanizmasal (etyo-patolojik, fizyo-patolojik mekanizmalar) ve matematiksel (istatistiksel) düşünmenin bileşiminden oluşur. Tıp bilimi 19. yüzyıla dek öyküsel düşünmeye dayalı iken, mekanizmasal ve matematiksel düşünme 20. yy da etkin olmuştur. Yirmi birinci yüzyılda mekanizmasal düşünmenin yerini moleküler genetik, matematiksel düşünmenin yerini veri işlemciliği almıştır. Bilimsel ilerlemeler diğer düşünme yöntemlerini dönüştürse de öyküsel düşünme tıp sanatının çekirdeği olarak kalmıştır.
Bir tıp hekimi olan Hülya ÇAKMUR “öyküsel tıbbın iyileştirici etkisi” konulu makalesinde; Öyküler yoluyla kendini ve yaşamı yorumlayan insan, zaten öyküler içinde ve öykülerle yaşar. Ancak bireyin yaşadığı (ruhsal ve bedensel) olumsuz deneyimler, ilk anda, bu öyküde “kesintiye” neden olur. Tıpta öyküleştirmenin amacı, kesintiye yeniden bir bütünlük ve deneyime anlam kazandırmaktır. demektedir.
Öyküleştirme, fizik bakının ilk basamağı olan “öykü alma” değildir. Hastanın sağlık sorunları ve acılarını “o”nun bakış açısından anlamak, yorumlamak ve sağaltımı için yapılandırmaktır. Öyküler; bireyin öyküsünün alınıp, tanı ve sağaltım planı olarak geri verilmesinin ötesinde; aydınlatıcı, eğitici, dönüştürücü ve iyileştirici araçlar olarak kullanılmalıdır.(H:Ç)
Açıklamadan da anlaşılacağı üzere öykülemenin üç temel işlevi var. Aydınlatmak-Eğitmek- Dönüştürmek. Açığa vurulmayan ve reorganize edilmemiş duygular bireyde karmaşaya devamında anomaliye yani bozulmaya sebep olur. O yüzdendir ki geleneksel (yerleşik-göçebe) toplumlarda yaşanan yaralanmalarda- doğal afetler, savaşlar, göçler, genç ölümler, çaresiz hastalıklar vs.- önce yaranın yarattığı derin kırılmanın tanımlanması daha sonra onu herkes için kabul edilebilir olması adına ağıt kültürü geliştirilmiştir. Ağıt yakmak sadece kaybı anmak değildir. Kaybın geride kalanlar için ne ifade ettiğinin anlaşılması için önemlidir.
Abidin Dino Ağıtlar kitabının önsözünde Yaşar Kemal’in ağıt derlemesini şu cümlelerle ifade eder; Gözümüzün önüne, bir deri bir kemik, köylü delikanlının biri çıkacak. Adı Kemal Sadık Göğceli. Hemite köyünden gelmedir. Dağ bayır dinlemez, köyünden, dağ köylerinden, obalardan, ovalardan, kasabalardan ikide birde kopup gelir Adana’ya, çöker önümüze, ağıtlar, türküler, destanlar serer buruşu
K sarı kâğıtlar üstüne yazılmış. Peki neden toplamıştır bunları? Anadolu bacılarının hep birlikte yaktıkları ağıtların yazıcılığını üstlenmişti, bu zorunluluğu duyuyordu, esnek ve kararlı yazısı ile. O hızla koşup geliyordu tabana kuvvet, sanki kaderi ile kaderimiz buna bağlıymışçasına… Önümüze serdiği söz dizileri, Çukurova kadınlarının ölüm karşısında uyaklı sözleri, bağırtıları, dövünmeleriydi. Sanki ölenin vurulanın, ezilenin yitikliği, söz kalıplarına dökülünce, yok olmaktan kurtuluyordu.
Yitiğin anlamlı kılınması yaranın iyileşmeye başlamasıdır. Bunun için de acının ortaklaşması gerekir. Geleneksel toplumlarda ölenin ardından birkaç tür ağıt yakılır, dolayısıyla birkaç türlü de ağıtçı vardır. Ölenin çocukları eşi anası babası bir tür, onu tanıyan ya da tanımayan komşuları bir tür, son olarak da profesyonel ağıtçılar devreye girer.
Yaralanmış olan çoluk çocuk, eş, anne, baba kayıplarına ilişkin ağıt yakarak duygularını dışa vurur, mağduriyetlerini anlatırlar, böylece acılarını görünür kılarlar. Komşu, tanıdık, dost ve çevredekiler sizi anlıyoruz bizim için de değerli biriydi biz de onu yokluğunun acısına maruz kaldık derler. Profesyonel ağıtçılar ise yası, kaybı kamusal alana taşıyarak yaranın toplumsal boyutunu gösterir ve bir daha olmaması için bir nevi kontrol işlevi görürler.
Yine Abidin Dino’nun söylemi ile söylersek” söz, sözden ötedir.”
Şimdi sözün sağaltıcı etkisinin yazılı dilde nelere yol açtığına bakalım. Modern yazılı anlatı eril ve militaristtir. Kadını metalaştırır ve cinsel özne olarak betimler. Bu yaklaşım aslında eril zihnin yaralı olma halidir. Bir genelleme yapacak olursak nerede hiyerarşi varsa orada yaralı bir bellek vardır.
Erkek egemen yaralı zihni iyileştiren; Feminist anlatının 4. Kuşakta başardığı; erkek egemen bakışın altını oyarak kendi hegemonyasını oluşturmaya başlamasıdır. Bu sayededir ki yaralı olan erkek bilinci de sağaltıma uğradı. Evet kadın bakış açısı ve kadın dili erkeği iyileştirmiştir. İyileşme kadın özneyi cinsellik kalıbına sokan zihniyetin yenilgisiyle ortaya çıkmıştır.
Modernliğin ve avangarde edebiyatın beyaz-erkekler tarafından inşa edildiği mitini yıkan afro amerikalı yazar ve müzisyenlerdi. Afro amerikalı kadın edebiyatçıların yarattığı yeni edebiyat blues müziği ile dirsek teması içerisine girerek bir yandan yeni bir söz söylerken diğer taraftan ırkçılığı yıkmayı başarmışlardır. Harlem Rönesansı denen bu çıkışla birlikte, beyaz hegemonik hastalıklı zihni şemalarını gözden geçirmek zorunda kalmış, bir yara daha sağaltım sürecine girmiştir.
Şiirde yaranın güçlendirici yanı daha ağır basar
Nazım’ın Mustafa Suphi ve Yoldaşları için yazdığı; “Göğsümde Onbeş Yara var “şiirine bakalım.
göğsümde on beş yara var!..
saplandı göğsüme on beş kara saplı bıçak!..
kalbim yine çarpıyor,
kalbim yine çarpacak!!!
göğsümde on beş yara var
sarıldı on beş yarama
kara kaygan yılanlar gibi sular!
karadeniz boğmak istiyor beni,
boğmak istiyor beni
kanlı karanlık sular!!!
saplandı göğsüme on beş kara saplı bıçak
kalbim yine çarpıyor
kalbim yine çarpacak!
göğsümde on beş yara var!
deldiler göğsümü on beş yerinden,
sandılar ki vurmaz artık kalbim kederinden.
kalbim yine çarpıyor,
kalbim yine çarpacak!
yandı on beş yaramdan on beş alev,
kırıldı göğsümde on beş kara saplı bıçak…
kalbim,
kanlı kızıl bir bayrak gibi çarpıyor,
çar-pa-cak!
Bu şiirin bir de görünmez yarası vardır. Hepimizin belki de büyük ustanın da gözünden kaçan. Anlatıdaki erillik dediğim şey tam bunu anlatır. Maria Suphi, on beşler olayı anlatılırken hep görmezden gelinir. Halbuki inançlı bir komsomol olan Maria’nın yoldaşları bir kez ölürken o onlarca, yüzlerce kez kadın olmaktan kaynaklı öldürülmüştür. Önce Topal Osman ve şürekası tarafından sonra onu hep dışarıda tutan anlatımlarımızla bizim tarafımızdan.
Nazım şiirinin asıl kapanmayan yarası sürgünlüktür. Şair uzun hapislik yıllarından sonra gitmek zorunda kaldığı ütopyasını başkentinden, Varna’dan, sürekli boğazın kıyısındaki Memed’e seslenirken aslında yaralı yüreğini ve zihnini boğazın tuzlu sularıyla iyileştirmek ister. Ve o yaralı yürek 3 Haziran 63 te maalesef ki durur.
Ahmed Arif şiirindeki yara daha derindir. İnkar edilen bir dilin ve halkın yarasıdır onunki.
1943 yılında Van Özalp’te sınırda öldürülen otu üç Kürt köylüsünün bir nevi ağıtı olan otuz üç kurşun şiiri. Yukarıda belirttiğim yaranın kamusal alana taşınıp görünür kılınması yüzleşme ve bir daha tekrara etmemesi görevini üstlenir.
Ahmed Arif’in de dizelerine taşıdığı olay, Özalp ilçesi Yukarı Koçkıran köyü sınırlarında yer alan Sefo Deresi’nde gerçekleşir. 33 yoksul Kürt köylüsü, casusluk, suçlaması ile Türkiye İran sınırında yer alan Sefo Deresi’nde 356 nolu hudut taşında infaz edilirler. Katliam tarihi 28 Temmuz 1943’tür. Katliam şöyle gelişir: Mustafa Muğlalı, 7. Kolordu Komutanı Kemal Yaşinkılıç’ın da aralarında bulunduğu çok sayıda rütbeli ile birlikte Özalp’e gelir. İlçede olağanüstü güvenlik önlemleri alınması karşın ilçedeki bütün sığırlar aynı gün çalınır. Bunun üzerine ilçede 100’e yakın kişi gözaltına alınır. Askeri gazinoya geçen Muğlalı, burada Van valisi Hamit Onat ve Saray Kaymakamı Hilmi Tuncel ile görüşür. Van valisinin gözaltına alınanların yargılanarak en ağır cezalara çarpıtılacaklarını söylemesi üzerine Muğlalı, Sorgu ve mahkeme de ne oluyormuş, diğerlerine de ders vermek için başka şeyler yapmak gerek, der. Onat, Muğlalı’nın bu tutumundan sonra Diyarbakır Umum Müfettişi Avni Doğan’ı arar ve acilen Van’a gelmesini ister. Doğan’ın daha sonra Muğlalı ile yaptığı telefon konuşmasında Muğlalı, Doğan’a bütün gelişmelerin yukarının tasarrufunda seyrettiğini ve kendisine karışmamasını söyler.
Yaralar doğru kapatılmadığı zaman kötü hayaletler gibi dolanır dururlar. 33 kurşun olayı ne acıdır ki 28 aralık 2011 gecesi aynı gerekçelerle yenilenir ve 34 sivil vatandaş hayatını kaybeder.
Yaranın görülmesini acının ortaklaştırılmasını üstlenen edebiyattır, müziktir, resimdir, heykeldir, kısaca sanattır. Sanat bu yüzden dünyadaki en politik alandır. Unutulmayan ve muktedirleri en çok rahatsız eden iki hikaye ile bitireceğim. Birincisi Heykeltraş Mehmet Aksoy’un Anadolu ve Mezopotamya halklarını kapanmayan yarası Ermeni tehcirinin yol açtığı acıların anlaşılması ve yüzleşilmesi için yaptığı insanlık anıtı. Diğeri ise çağımızın en dramatik hikayesi göçmenlik sorununu anlatan Heykeltraş Bahtiyar Halepçeyi’nin yaptığı Aylan Kurdi heykelidir. Her iki hikayede sanatın yüzleştirici( rahatsız edici) aydınlatıcı( eğitici) ve sağaltıcı( dönüştürücü) taraflarını anlatır.
Birbirimizin yarasına iyi geldiğimiz günler inşa etmek ümidiyle…
Son söz;
Gördük ki yoksulların, ötekilerin, yaralıların, göçmenlerin, lgbti+ bireylerin kurtuluşu, krizin kaosunun betimlendiği distopyalarda değil, aksine dayanışmanın hareli halkasına dahil olacakları ütopyalardadır.