LOADING...

En üste git

Eylül 17, 2024

“Düğüm” Öyküsü İzleğinde Hatice Günday Şahman Öykücülüğü / SAMLE ÇAĞLA

 

H.Günday Şahman’ın, “Yarım Kalmasın” adlı öykü kitabı, “H2O Kitap”tan Mart 2024’te çıkmış. Biz, onun bu kitabında yer alan ve “Kaos GL Derneği 17. Kadın Kadına Öykü Yarışması”nda birinciliğe değer görülen “Düğüm” adlı öyküsü üzerinde duracağız.

H.G.Şahman, son dönem öykücüleri arasında her geçen gün biraz daha özgün ve sağlam bir yer edinmektedir. Onun öykülerinde bildiğimiz ama dile getirmekte zorlandığımız kimi insani hâller tereyağından kıl çekilir gibi rahat anlatılıyor. Yazar, en netameli konuyu bile argo ve küfre boğmadan ustaca işliyor öykülerinde. Örneğin onun “Düğüm” adlı öyküsünde, sıradan bir ailenin kızı olan Ceyda’nın, yine kendisi gibi bir aileden gelen Sumru’yla olan eşcinsel ilişkisi anlatılmaktadır.

Büyükçe bir kasabada yetişen genç kızların ikisi de okumuş kişilerdir. Ceyda’nın annesi Hayriye Hanım, sadece kendi kızına değil; kızının, hemen hemen tüm gününü birlikte geçirdiği yakın arkadaşı Sumru’ya da annelik yapmak ister. Kızına türlü çeyizler hazırlar, onu telli duvaklı gelin etme hayalleri kurar boyuna. Derken bir sabah kızların odasına destursuz girince onların uygunsuz bir hâlde, birbirlerine sarılmış şekilde uyuduklarını görür ve şok geçirir. Hikâyenin bundan sonraki bölümleri, Hayriye Hanım’ın kendi ön yargılarıyla hesaplaşmalarıdır.

Yazar; öykünün bildirisi olan, “bir ilişkide aslolanın karşılıklı sevgi ve saygı olduğu, bu güzellikler için cinsiyetin bir hükmünün olmadığı” savını destekletmek ister gibi; kızların sarmaş dolaş uyudukları sahnenin çağrışımıyla Hayriye Hanım’ı yıllardır kocasıyla yaşamayı hayal edip de bir türlü yaşayamadığı o idealize edilmiş büyülü sahneye götürür. Hayriye Hanım, gençlerin birbirine sevgiyle sarılmalarına gıpta eder ve kızları anlamaya çalışır; onlara karşı daha yumuşak tavırlar sergiler.

Günümüzde birçok öykücü ve romancı, kahramanlarının iç dünyasını anlatmakta zorlanıyor. Ya kahramanına monologlar düzenliyor ya günlük tutturuyor ya da bir sırdaşına mektuplar yazdırıyor. H.Günday ise kelimenin tam anlamıyla öyküde “işlevsel nesne”nin ne olduğununun farkında olan bir yazar. O, yukarıda sözünü ettiğimiz sorunsalı kotarmak için yetkin bir örnekle (Hayriye Hanım’ın erik ağacına dert dökmesi.) ortaya koyuyor.

Hayriye Hanım, kızların yarı çıplak bir vaziyette birbirlerinin koynunda uyuduklarını görünce doğal olarak dünyası yıkılır. Filmi geriye doğru sardıkça da onların, olağan zannettiği yakınlaşmalarının hiç de hayra alâmet olmadığını kesinkes anlar. İlk önce paniğe kapılır, ne  yapacağını bilemez; aradan dakikalar, saatler geçtikçe de kendini toparlayıp bu zehirli sırrı biriyle, hayır, dilsiz bir nesneyle paylaşma ihtiyacı duyar ve derdini erik ağacına döker.

Tabii burada yazar için önemli bir handikap da sıradan bir ev kadınına o şiirsel cümleleri söyletme ironisidir. Kimi yazarların, hikâyenin büyüsüne kapılıp diyalog ya da monologlar vasıtasıyla, kahramanlarına, kültür düzeylerinin çok çok üstünde laflar ettirmesi garabeti, sadece öykülerde değil, romanlarda da karşımıza çıkan bir edebi sorunsaldır. Büyülü gerçekçi anlatımın yazarlara ilaç gibi gelmesinin altında yatan sebep de onun, bu nevi açmazlara en kullanışlı anahtar olması durumudur. Yani yazarlar, kahramanlarını istediği kültür seviyesinde konuşturup bunu da okura mazur göstermek için şiirsel betimlemeler ya da anlatımlara başvuruyorlar. Bu illüzyonun farkına varacak okur sayısı da iki elin parmaklarının sayısını geçer mi, bilmem. Hatice Günday da öyküsünde, kasabalı sıradan bir ev kadını olan Hayriye Hanım’a, kızının eşcinsel olduğunu fark ettiririp onun derdini erik ağacına döktürürken oldukça etkili sözler söyletir:

“…..Gönendikçe gönendim, Ceyda’mı buzları çözülmüş gördükçe. Yüzüne serpili yıldız tozları ışıldadıkça. Gamzelerinde çiçekler açtıkça. Anladım sevdaya tutulduğunu.” (S.8)

Edebiyatta cinsiyetçilik var mıdır, yok mudur ya da belirli yazınsal türlerde erkekler mi daha başarılıdır, yoksa kadınlar mı…vs” şeklindeki havanda su dövülen tartışmalar bir yana, belki de bu konuda ortadaki temel gerçek şudur: Kadın yazarlar, özellikle evdeki alet edavat ya da irili ufaklı eşyalar, incik boncuk …vs gibi nesneler konusunda erkek yazarlara göre olaya daha bir vakıflar. Kadın öykücüleri, hatta romancıları, erkek yazarlardan ayıran bu önemli fark, kadınların evdeki nesneleri oldukça detaylı bilmeleri, onları yeri geldikçe metinlerinde başarıyla kullanmaları sonucunu da beraberinde getiriyor. Zaten o nesnelerin birçoğunu çocukluktan itibaren “çeyiz dizme”  -en azından bundan birkaç kuşak öncesindeki kadınlar için geçerlidir bu- mecburiyetiyle malum nesneleri en küçük detayına kadar tanıyor kadınlar. Bu öyküde de bu türden nesne adlarını epey sayıp döküyor yazar: “Rugan terlikler. Lacivert pijamalar. Çoraplar. Ucu dantelli havlular, işlemeli yastıklar, pembe saten yorgan. Köpük köpük güpürler…” (S.8)

Modern öyküde içerik kadar (belki ondan da fazla) üslup önem taşır. Yazarın, bu öyküde çok önemli bir konuya cesurca parmak basması elbette ki takdire şayandır ama metnin üslubunu gergef gibi işlemek için renkleri, kokuları, sesleri ve genel anlamda nesneleri tam bir kompozisyon oluşturabilecek şekilde düzenlemesi daha da kutlanılası bir durumdur.

H.Günday Şahman, özellikle bu öyküsünde kısa eylem cümlelerine ve şiirsel söyleyişlere ağırlık vermiş. Aslında bu iki kullanım birbiriyle çok da örtüşmez. Şiirsel dil, daha ziyade Çehov tarzı durum öykülerine ve ad cümlelerine yakışır. (Ör. Sait Faik öyküleri, hatta Tanpınar öyküleri ve romanları) Ama yazar, eylem cümleleriyle yazılmış bir metinde de büyülü bir üslup kullanabilmeyi başarmıştır.

Yazarın bu metinde, gerek heyecan unsurlarını yoğun bir şekilde kullanması gerek bu unsurları gizlemedeki başarısı gerekse öykünün vermek istediği mesajı “kör gözüm parmağına” şeklinde okurun gözüne sokmadan, ziyadesiyle nahif bir üslup ve arı duru bir dille ortaya koyması onu gerçek öykücüler katına çıkarıyor.

Aslında bu öykü, genç öykücüler için çok önemli bir örnektir. Zira son dönem genç öykücülerinden bazıları, başlarından geçen küçücük bir olayı, hatırladıkları absürt bir macerayı ya da internetten aşırdıkları birtakım mitolojik bilgileri metinlerine boca ederek yüksek karatta metinler oluşturduklarını sanıyorlar. Hatta adı kodamana çıkmış kimi dergiler, âdeta bu gençleri, içi boş mesajlar veren metinler yazmaları konusunda teşvik ediyor. Edebiyatın misyonu, okura hoşça vakit geçirtecek metinler üretmek midir yalnızca? Oysa sanat muhaliftir, en azından, daha güzel bir dünya yaratılması için muhalif olmalıdır. Örneğin yukarıda sözünü ettiğimiz öyküde, hem toplumsal bir yaradan söz ediliyor hem de bu kanayanın nasıl çözümlenebileceği konusunda okura (topluma) çareler gösteriliyor.

Öykü, kimi şiirlerdeki gibi öylesine bir güzelliği, amaçsız bir şekilde dile getiren bir tür değildir. Öykünün dilinin ve üslubunun şiire benzedikçe daha da güzelleştiği gerçeğini kabul etsek bile onun içi boş, kof içeriğini olumlamak, kabul edilesi bir şey değildir. Kaldı ki gerçek bir öykücü, metinlerinde kullandığı bir dizeye ya da şarkı, türkü sözlerine bile derin anlamlar yükleyebilen kişidir. Örneğin, bu öyküde Hayriye Hanım, metinde henüz gerilim oluşmadan kızıyla ilgili düğün dernek hayalleri kurarken,

“Eller oynasın eller

Diller kaynasın diller” türküsünün incikli boncuklu dizelerini neşeyle söylemeyi düşünürken, gençlerin sırrı ortaya dökülüp dedikodunun alıp yürüyeceğini varsayarak kahrolur; neden sonra bu çaresizliğe isyan edip kızının çiçek gibi bir gülüşünün dünyalara bedel olduğunu düşünerek durumu kabullenir ve “kime ne kızımın gönül hanesindekinden!” dercesine, türkünün devamı olan şu dizeleri âdeta iliklerinde hissederek söylemeyi kurar:

” Eller oynasın eller

Diller kaynasın diller

Ne derlerse desinler

O dilleri yesinler…”

*

H.Günday’ın dili sade, kıvrak, arı duru bir Türkçe’dir. O, belli ki sözcük tasarrufuna çok önem veriyor. Anlamın dağılıp etkisinin azalmaması için gereksiz betimlemelerden uzak duruyor. Metnin dili, üslubu ve kurgusu sağlam olduğu için okurun gözünü boyayacak edebi hilelerden uzak duruyor yazar.

Heyecanlı bir durum öyküsü olan “Düğüm”, toplumda dile getirilmekten kaçınılan, netameli bir konunun değişik bir temasını (bir annenin gözünde eşcinsellik) işlemesi bakımından da sıra dışıdır.

Eşcinsellik öykülerini son dönemde sıkça okuyoruz, bu konu biraz ayağa düşse de erbabının elinde her konu yepyeni ve taze bir şekilde karşımıza çıkabiliyor. Örneğin bu öyküde yazar, hiçbir organ adı vermeden o cehennem ateşli tutkuyu ve baldıran zehirli şehveti okura alabildiğine etkili bir şekilde yansıtabiliyor.

Tabii etkili anlatımı kotaran salt üslup da değil, içerikteki küçücük bir metafor, minnacık bir eylem, öykünün gidişatını değiştirebiliyor: Ör. Hayriye Hanım metnin başlarında kızların malum ilişkisine deli olunca, kızının sandıktaki bohçalarını, gelinliğini, patiklerini yeleklerini ağlaya ağlaya keser. Ardından, anne bir şekilde gençleri anlayınca kızlar, Hayriye Hanım’ın parçaladığı, o sökülmüş, kesilip dağıtılmış gelinlik parçalarından yeni gelinlik yapıp giyerler. Burada yazar; biraz defolu da görünse yeni dikilmiş gelinlikleri,  “yeni bir yaşam”a teşmil ederek metaforlaştırıyor.

Öykünün finalinde Hayriye Hanım, kulağından ana yadigârı küpeleri çıkarır, birini kızı Ceyda’ya diğerini Sumru’ya takar. Böylece sevgiyle çoğalarak yeni bir evlat sahibi olduğunu duyumsar.

Yazar, öyküsünde yer yer yöresel söyleyişlere ve mahalle ağzı konuşmalara da yer veriyor. Hayriye Hanım, kızları aynı yatakta pek uygun olmayan bir hâlde görüp dışarıya doğru bilinçsizce koşarken onun bu perişan halini gören elti kızı Ziynet: “Huuu Hayriye nere gidersin öyle yel yepelek, sabahın köründe? Kız ne oldu? O ne surat? İyi misin? Kız Hayriye Yenge ne oldu sabah sabah? Ne koşup durun kendi kendine?” der.

Bir başka yöresel söyleyiş de şöyledir:

Hayriye Hanım’dan kendisine pişi yapmayı öğretmesini isteyen Ceyda’nın partneri Sumru, ona “Şugar Hayroş bana da öğret.” biçiminde mahalle ağzıyla konuşur.

Bu kısa öyküde bile yazar, yeri geldikçe kendine özgü benzetmelerle metnin kalitesini yükseltiyor.

Örneğin:

“Filmlerdeki gibi yuvarlaklar içinde dönüyordu kara düş.”

“Sabrım kadar yerleri süpüren duvak. Umudum kadar parlak çiçekli gelin tacı.”

“Arkasını dönüp uyuyan kocamla yapmayı özendiğim gibi”

“Oy seme tavuk Hayriye…”

“Çakır ayazda kalmış turna sesi semah gibi döndü.”

“Arada susarak yarayı üfler gibi. Merhem sürer gibi.”

“Yığıldım kaldım pelte gibi kollarının arasına.”

*

Görece kısa bir öyküde kahramanlara “karakter” hüviyeti kazandırmak maharet ister. Örneğin bu öyküde, sevdalı genç kızların birbirinden farklı bir karakter özelliği olmasa da klasik anne tipi, çocukları anlayıp onları hoş karşıladığı anda genel tipolojiden karaktere terfi ediyor. Nasıl ki Suç ve Ceza’da Raskolnikov işlediği cinayetten sonra ruhuna işkenceler çektirerek klasik katil tiplemesinden vicdan azabıyla kavrulan merhametli bir insana dönüşüp roman kahramanları arasında müstesna bir karaktere evriliyorsa; Hayriye Hanım da toplumca lanetlenen bir ilişki yaşayan kızını affederek ve onu anlayarak belki de öykücülükte unutulmaz bir karakter olarak edebiyat tarihindeki yerini alıyor.

Yazar, metin içi zamanlara ve mekâna özellikle yoğun anlamlar yüklememiş. Gerçi öyküde zaman-mekân unsurları çok da detaylı işlenmez ama en azından öykünün geçtiği coğrafya, kasaba, mahalle ve ev hakkında birkaç kelime bir şeyler söylenebilir. Bu doneler, okura en azından kahramanların sosyo-ekonomik durumları hakkında küçük de olsa bir fikir verir.

Zaman konusunda da detay yok metinde. Metin dışı zamana (öykünün yazıldığı yıllar, çağ…) ait herhangi bir gösterge olmasa da kızların Avrupa’ya gitmiş olduğu bilgisinden, dış zamanın son yirmi yıla ait olduğu ileri sürülebilir. Metin içi zamanlardan öykünün yaşandığı mevsimin de “kara kış” olmadığı hissediliyor metinden. (Kadın neredeyse yalın ayak dışarı koşabiliyor çünkü…) Daraltılmış zaman da (gün-gece ya da saatler) genelikle sabah saatleridir. Hikâye Çehov tarzı “durum öyküsü” olduğu için, yazar zaman akışından çok anlam üzerinde durmuş. O da tıpkı Klasisizm mektebine bağlı sanatçılar gibi “üç birlik kuralı”na uymuş. (Olay yirmi dört saatte geçer, kahramanların hemen hepsi aynı sahnededir, konu tektir.)

Kısacası, oldukça yetkin bir kalemden derli toplu, üst düzey bir öykü okuduk ve ruhça yükseldik. Yazarı kutluyor, başarılarının devamını diliyorum.

 

Not: Öyküde yazar, “Hayriye Hanım”dan “Hayriye” diye söz ediyor. Hayriye adına “Hanım” sözcüğünü ben ekleme ihtiyacı hissettim (S.Ç)

Loading

Sosyal Ağlarda Paylaş:
Önceki Yazı

YARA İZİ OLMAYAN İNSAN MIDIR? / İDRİS ERDOĞDU

Sonraki Yazı

SÖYLEŞİ: ELİF NİHAL ALTAN / KUŞAKLAR ARASI BİR TRAVMANIN ROMANI : KAVİN

post-bars

Bir Yorum Yapın