BAŞKALARINA AİT / BEYZANUR KARAGÜZEL
“Alnıyazılmışlık: Öyleyse, kişi yalnızca en korkunç acılar içindeyken yazmalı- o zaman bambaşka bir anlamı olur yazdıklarının. Ama, bu yüzden, bu yazılanı da kimse bir doğrudur diye alıntılayamamalı; meğer ki bunu söylerken kendisi de acı çekiyor ola. – Bir kuram değildir ki bu. – Ya da: bir doğruysa, söylendiğinde, hemen ilkağızda dilegetiriliyormuş gibi görünen doğru değildir. Bir kuramdan çok, bir iç çekiştir, ya da bir haykırış.”
Ludwig Wittgenstein, Yan Değiniler
-Y Gibi Biri:
Bugün birine, “Merdivenleri nasıl çıkarsın?” diye sordum. Soruyu beğenmedi, yüzünü buruşturdu, içimden güldüm. Derdim, derin bir soru sorduğumu iddia ederek absürtten romanlar doğurmak değil, yanlış anlaşılmasın.
“Yukarı doğru adım atarak.” diye cevap verdi bana. Güldüm. Aslında çok zeki biriydi.
“Peki nasıl inersin?” Salak olduğumu düşünüyordu.
“Aşağı doğru adım atarak.”
Konuşma böylece bitti. Herkes merdivenleri nasıl çıkıyordu? Sorum ya da ifade biçimim her ne kadar saçma olsa da- ki bunun farkındaydım, belki ben bir cevap arıyordum? Bütün insanlığın, bu kadar basit ve asla üzerine düşünmeden kendiliğinden yapıyor olduğu merdiven inip çıkmak gibi davranışlara dair bir kılavuza ihtiyacım vardı. Merdivenlerde yukarı doğru çıkması gereken biriyle, inmesi gereken biri aynı olamazdı. Hangisinin gerekli olduğuna varacağı yerin konumu karar verirdi. Kaç adımda çıkacağı kişinin boyuna, kas yapısına göre değişirdi. Ne kadar süreceği sorusu zaten kendi içinde fraksiyonlara ayrılıyordu, yukarı çıkan bir kişinin zihnini kuşatan anılar onu yolunda evirip çevirip bir anda aşağı doğru indirirdi belki. Velhasıl bütün bunların üzerine düşünmeden, herhangi bir zihin karmaşası olmaksızın yapılması ise kimsenin sorgulayacağı türden bir devinim şekli değildi elbette. Sığ sularda can veren bendim.
-A Gibi Biri:
Bugün bana, biri “Merdivenlerden nasıl çıkarsın?” diye sordu. Ne biçim bir soru bu.
“Yukarı doğru adım atarak.”
“Peki nasıl inersin?”
Salak herhalde, diye düşündüm. “Aşağı doğru adım atarak.”
Konuşma böylece bitti. Herkes merdivenleri nasıl çıkıyordu? Merdivenler, TDK’ye göre ‘bir yere çıkmaya veya bir yerden inmeye yarayan basamaklar dizisi; badal, basak’tırlar. Eğer ben bunu alıp da, bir yere çıkmak veya bir yerden inmenin insanın kas ve omurilik anatomisinde ne demek olduğunu sorgulayacaksam, oturalım bir de ilk yürümeyi öğrendiğimiz yıllarda geliştirdiğimiz ipsilateral fleksiyon ve kontralateral ekstensiyon reflekslerinin ne kadar aslında karmaşık olduğundan ve sinir sistemimizin bunu öğrenirken nasıl zorlandığından da dem vuralım. Sonuçta doğarken ağladı insan, nefes almak bile başarılması gereken zor bir görevdi bizim için, zamanında. Bu konuşmanın başını, sonunu ele almaya ve anlamaya çalışıyor, fakat bir yere varamıyorum, herkes merdivenleri nasıl çıkıyor ki? Ben eğer merdivenleri çıkma becerisine zaten sahipsem, bunu oturup da irdelememe yol açan bir dürtü mü var, bu dürtü gerçekten var olmalı mı, ya da neden var olsun bu dürtü?
İşin özü merdivenin basamaklarını çıkmak ya da inmek olmamalıydı, bir insanın o merdivenleri kullanıyor olmasıydı. Küçüklüğümüzde, okulun merdivenlerinin basamaklarını gökkuşağının renkleri sırasıyla boyardık. Mesela yeni bir şey öğrendiysek, hatırlamak için o bilgileri basamaklara yazardık ki her seferinde hatırlayalım. Bunların hepsi sahip olunan beceriye eklemeler yapmak anlamına gelir, yorumlanan her adımda basamaklar yenilenirdi. Olması gereken buydu, bir konunun üzerine bir soru sorulacaksa, bunu soramazdınız. Bunu sorana salak derdim bu yüzden. Bunu sorgulayanın insanlığından şüphe ederdim! E bu kadar da olamazdı canım.
Saçmalayarak felsefe yapmaya çalışmaktı bunun adı, anlamsızlık kuyularının içinden okyanusların gizemini peyda etmeye çalışmazsınız, hayır, bunu yapamazsınız.
-Y:
Öte yandan, belki de bazı şeyleri süreçle değil, nihai sonucuyla değerlendirmek daha işe yarar veya kolay olabilirdi. Bir yere varılacağını varsaymak isterim, yukarı çıkarak ya da aşağı inerek bir varış noktasına ulaşacağımı; sürekli yorularak, sürekli basamaklar tarafından gittiğim yöne pişman edilip merdivenlere küserek, sürekli dermanı kalmayan bacaklarımı başarısızlıkla suçlayarak ve belki de merdivenleri basamaklardan ibaret gibi algıladığım için kendimi aptal yerine koyarak. Böylelikle bir yere varacağımı varsaymak, belki umut etmek isterim.
Merdivenlerde kafama göre oraya buraya savrularak, esasen bununla zamanımı doldurarak ve bunu yaşamımın tözü görerek kurduğum düzenime kendim başkaldırıyordum, bu da eğlencenin olmazsa olmaz bir parçasıydı. Merdivenler, hiçbir zaman gerçekten görmediğim, incelemediğim, düzeni kendine has bir evin içerisine açılıyordu. Kural buydu.
-A:
Hayatın insanlara ait bir sistemi vardı, bu sistemin içinde de insanların kendilerine ait düzenleri olurdu. Mesela benim evim beşinci katta olduğu için, merdiven çıkarak evime ulaşırım, inerek ise evimden uzaklaşırım. Bu benim düzenime aittir. Bir merdiveni inip çıkma davranışını değerli kılabilecek bir şey varsa, o da sonucunda insanın nereye varıyor olduğu olmalıydı sanırım. Çünkü öncesinde de belirttiğim üzere, insan anlam verdikleriyle birlikte bir anlama kavuşurdu. Eve girdiysem- ki benim evim olması önemlidir oranın, orada canım ne istiyorsa onu yapıyorumdur. Dışarı çıkıyorsam, ya bir işimi hallediyorumdur ve bu da benim hayatımla ilgili bir iştir ya da birileriyle buluşuyorumdur ve bu insanlar benim değer verdiğim insanlardır. Mesela ben değer vermediğim hiç kimseyle buluşmam, vakit kaybetmem ve bu benim düzenime aittir.
Kendime ait düzenimin içerisinde, her şey hem bana dairdir hem de bana dair olanlara uygun insanlarım, eşyalarım, hayallerim vardır. Anlamlı ve anlamsız bulduğum şeyler, iyilikler ve kötülükler, güzellikler ve çirkinlikler, beni seven ve benim sevdiğim insanlar vardır. Merdivenler ise nerede olduğu fark etmeksizin, hep bu şeyler arasındaki köprüyü oluşturur ve olsa olsa bu yüzden önemlidir.
-Y:
Soruyu sorduğum kişinin kafasında, merdiven inip çıkmakla ilgili nasıl bir senaryo oluştuğunu az buçuk tahmin etmek çok zor değildi. Çok kez duydum, gördüm, okudum o öykündüğüm, vakur senaryoyu ben. Tersi de mümkün olsaydı, belki zaten tersi diye bir şey olmayacaktı ya da ironide gizli bir şey vardı sürekli kaçırdığım, aslında iki yüzü de birbirinin aynısı olan aynı kişiydik.
Benim düzenimin içerisinde, sahnenin kuruluşunda küçük büyük rol almış olan her şeyin, herkesin kendi payından vazgeçmesi ufak bir adıma bakardı; bir dolabın kapağı devrilip içindekileri kusarcasına atar, tezgahın üstündeki bir peçete hafifçe yere süzülür, cezvede fokurdayan kahvenin ocakla bir alıp veremediği vardır ve mutfağın rutubetinin bunlarla hiçbir alakası yoktur. Kim demişti ki peçetenin o tezgahta durması gerektiğini? Veya hep aynı kahvenin hep aynı cezvede pişmesinin en münasip olan olduğunu? Mutfaktaki çürümüşlük mü tutacaktı bütün bu düzeni yerli yerinde. Bir dolap, dolap olmaktan vazgeçebilir, tencere tava ne varsa kırıp parçalayabilirdi ve bu, mutfağa olan görevini yerine getirmediği anlamına gelmezdi. Sonuçta mutfağın rutubetinin bunlarla hiçbir alakası yoktu. Bir gün düzen, kendi düzeninden tehlike sinyalleri alıverirse, oturup da kendine bakmalıydı. Halısından gazoz açacağına kadar başkalarına ait bir mutfağın içinde damak tadına has bir yemek pişirilemezdi çünkü.
Her şeyin, herkesin kendi payından vazgeçmesi ufak bir adıma bakardı; isterdim ki mutfak, rutubetinin derdine boşu boşuna yanmasın, bir an önce her şeyini kaybetsin ki kaybedecek hiçbir şeyi kalmasın.
Düzeni rutubetli, damak zevki olmayan bir mutfaktan ne beklenebilir, ne kadar umulabilirdi. İşin bence en ilginç tarafı şuydu ki mutfak başkalarına ait olduğunda bile, düzen kişiye ait olabiliyordu. Bunun eşyalarla, umutlarla, hayallerle, ideallerle bir alakası yoktu; bu sayılanlar, boş bir odanın içindeki sonsuz toz tanesi gibiydi yalnızca. Esas olan, bir kişinin olması ve bir düzenin mevcudiyetiydi. Kişiyle düzen arasındaki bağ esas olandı, mesela merdivenleri düşünmeden çıkabiliyor ya da inebiliyor olmak esas olandı. Peki bir kişi, merdiveni çıkıp inişindeki ritim noksanlığıyla ilgili, o bağa sahip olmamakla ilgili; bütün bunların yalnızca başkalarına ait olduğunu söylemekten başka nasıl bir yorum yapabilirdi, işte orasını anlayamıyordum. Sığ sularda can veren de, elinden daha fazlası gelmeyen de bendim.
-A:
Yeni bir soru sormak geldi aslında içimden, daha başka bir yönü gösterebilecek bir soru. Fakat onun yaptığı gibi içi boş metaforumsular kullanmak bana göre değildi. Edebiyata da felsefeye de pek inancım kalmamıştı benim, eski çağlarda hayat kurtarabilecek meşgalelerdi belki ama yaşadığımız çağda, insanoğlunun ihtiyacı olan bütün felsefeler yapılmıştı bana göre. Mesela Spinoza aklın ve arzunun desteğiyle kavranabilecek bütün olguları, kavranılabileceği en uç noktaya kadar işaretlemişse, bugünde yapılması gereken kavrayışın ne olduğunu irdelemektir, çünkü tıkanılan noktayı açmak ancak yenilikler getirerek mümkün olabilir. Elbette kimse kendi duruşunu dikte etme niyetinde değildir, ama bu gibi insanların anlam arayışına dair kafaları hep çok karışık. Anlamsızca karışık.
Bu karmaşa, anlamsızlık, içi boşluk kendi kendisini tamamlamaya çalıştığında kaos ortaya çıkıyordu. Çünkü büyük arayışlar, büyük arayışları doğurmaya mütemadiyen devam ediyor, insan hem her yerde hem de hiçbir yerde durmayı alışkanlık haline getirdikçe her şeye yabancılaşıyordu, gün geliyor aidiyet geliştirme becerisini tamamen yitiriyordu. E görüldüğü üzere, basit ve açıklanabilir, değil mi?
Basitçe, “Bir tek sen değilsin.” demekle yetindim. Yüz ifadesine de dönüp bakmadım bile.
“Değilim.”
-Y:
“Bir tek sen değilsin.” cümlesini duyduğum anda her şey yerli yerine oturmuştu. Yitirmek için önce sahip olmuş olmak gerektiğini, sahip olduklarının farkında olması bile gerekmeyene izah etmek sonsuz bir yoldu. Bu yolda, hem sahip olmanın hem de yitirmenin bir anlam ifade etmediği sırrı açığa çıkıyordu, biliyordum.
Gülümsedim ve o giderken cevap verdim arkasından: “Değilim.”
Sonra yoluma gitmek için onun ilerlemesini bekledim.