ALİCE MİLLER’IN ARKA BAHÇESİ VE YARALI EBEVEYNLİK / GÜLŞEN FİLAZOĞLU ÇOKLUK
Alice Miller’in Arka Bahçesi ve Yaralı Ebeveynlik
“…İntihar düşüncelerimi şimdi daha iyi anlayabiliyorum, özellikle de gençliğimde sahip olduklarımı… Çünkü bir bakıma her zaman benim olmayan, istemediğim bir hayat yaşıyordum ve ben de atmaya hazırdım.” [P. 62:]
Bizi etkisi altında bırakan filmlerini izlediğimiz ödüllü oyuncular, yönetmenler, en sevdiğimiz kitapların yazarları veya psikolojide çığır açan bir çok kuramcı bize yaşamlarımızı anlamlı kılmamızı sağlayacak bakış açıları sunarken acaba kendi öznesi oldukları hayatlarda nasıllar ve arka bahçelerinde neler gizleniyor? Bu sorular bir çoğumuz için merak konusu olmakla beraber cevapları dokunulmazlığı da beraberinde getiriyor. Alice Miller, çocukluk çağı üzerine çalışmalar yapmış ve alanında yazdığı kitaplar ile epey ses getirmiş bir psikoterapisttir. Yazdığı yazılar, eğitimin yıkıcı rolü, çocuklara yönelik şiddet eleştirisi ve ebeveynler ile çocuklar arasındaki yıkıcı ilişki analizi üzerine olmuştur. En önemli çalışmalarından biri olan Yetenekli Çocuğun Dramı’nı, ilk olarak 1979 yılında kaleme almış, ancak bundan 16 yıl sonra eserinde kapsamlı değişiklikler yaparak 1996’da neredeyse tekrar yazmıştır.
Bu çalışmada beni oldukça yoğun bir şekilde etkileyen ve zaman zaman da düşündürten dünyaca ünlü psikoterapist Alice Miller ve oğlu Martin Miller in hikayelerinden söz edeceğim. Bu kitabı en başta anne oğul ile ilgili öyküyü bilmeden önce ve sonra olmak üzere iki kez okudum. Elbette son okuduğumda bakışım daha da farklılaştı. Ve kitapta Alice Miller’ın dikkat çektiği noktalar, tekrarlar, verdiği örnekler benim için daha anlamlı bir hal aldı.
87 yaşında hayatını kaybeden Alice Miller, psikanaliz ve psikoterapi dünyasında etkili ve tartışmalı bir isimdi. İlk kitabı Üstün Yetenekli Çocuğun Dramı (1979), dünya çapında milyonlarca sattı. Freudyen bir analist olarak, bir çocuğun sevgi ihtiyacının, ebeveynlerin kendi karşılanmayan ihtiyaçlarını karşılamak amacıyla sıklıkla nasıl istismar edildiğini anlattı. Gerçek duygularını ifade edemeyen bu çocuklar mutsuz, depresif, gerçek benlikleriyle teması kopmuş bir şekilde büyüyorlardı.
Kendi İyiliğiniz İçin (1980) adlı eserinde, özellikle İkinci Dünya Savaşı’ndan önce Avrupa’da çok yaygın olan çocuk yetiştirme uygulamalarını tanımlamak için “zehirli pedagoji” kavramını ortaya attı. Çocuklara – “kendi iyilikleri için” verilen acının, ebeveynlerin çocukken onlara yaşattığı travmayı bilinçsizce yeniden canlandırması olduğuna inanıyordu. Böylece travma döngüsü nesiller boyunca devam etti.
Görüşünü kanıtlamak için birçok ünlü şahsiyetin çocukluklarını analiz etti; bunlardan en bilineni Adolf Hitler’di. Ona göre Hitler’in tüm zulmü, çocukluğunda yaşadığı acımasız zulüm ve tacizle açıklanabilir. Miller’ın en güçlü olduğu yer burasıydı. Çocuk istismarı gerçeğini birçok kişinin ikna edici bulduğu bir şekilde ön plana çıkardı. Çocukların, ihtiyaçlarının karşılanacağı umudunu kurtarmak için ebeveynlerini nasıl koruduklarını ve bu süreçte gerçek ihtiyaçlarını bastırmak zorunda kaldıklarını anlattı.
Alice Miller, 23 Aralık 1923’te Piotrków-Trybunalski’de (Polonya) Lodz kasabasında yaşayan Ortodoks Yahudi bir evde Alicija Englard olarak dünyaya geldi.
Ortodoks Yahudisi varlıklı bir aileye mensuptu ama kendisini asla Yahudi olarak tanımlamıyordu. Savaş zamanı Piotorkow gettolarında yaşamış ancak daha sonra annesi ve kız kardeşiyle birlikte buradan kaçmayı başarmışlardı fakat babası getto bölgesinde ölmüştü. Savaştan sonra Łódź Üniversitesi’nde tanıştığı Katolik öğrenci Andrzej Miller ile evlenene kadar kendisine Rostovska adını verdi. Martin, 1940 yılında Nazi işgali altındaki Varşova’nın “Aryan” bölgesinde saklanmak üzere Piotrków gettosundan kaçtıktan sonra bu soyadını aldığını geç keşfetti. Oğluna “Her zaman kendime artık Yahudi değil Polonyalı olabileceğimi söylemek zorunda kaldım” dedi. “Hayatta kalabilmek için adımı değiştirmem ve Polonyalı bir kimliğe bürünmem gerekiyordu.” Alice, birkaç aile üyesine sahte pasaport vererek onları kurtarmayı başardı, ancak onlar sonsuza kadar ihanet ve sınır dışı edilme korkusunu içinde tutacaklardı. Bu travmatik anı etrafına “sessizlik duvarı” örerek, çocuğunun doğal merakını bir tür psikolojik taciz olarak deneyimledi.
Ona göre, uzun vadeli acılardan ancak çocuğun hayatında, deneyimlerinin gerçekliğini kabul edebilecek bir yetişkinin olması durumunda kaçınılabilirdi. Bu yetişkinleri “empatik tanıklar” olarak adlandırdı ve psikoterapistlerin danışanlarına karşı görevinin yorum değil, bu takdir olması gerektiğini söyledi. Psikoterapiye, özellikle de psikanalize çok ağır eleştirilerde bulundu çünkü onu, tedavi edilenlerin gerçekliğini inkar eden bir düşünce sistemi olarak görüyordu.
Sigmund Freud’un, başlangıçta bireylerin çocuklukta yaşanan cinsel istismarın gerçekliğine inandığını ve ancak daha sonra hastasının hikayelerini fanteziler olarak düşünmeye başladığını iddia etti. Miller, Freud’un fikir değişikliğini bir korkaklık ve çocuklara ihanet olarak kınadı; ve bu fikirlerden uzaklaşarak 1988’de Freudcu düşünceyi temsil eden Uluslararası Psikanaliz Birliği’nden istifa etti.
Miller’la kırılgan görünüyordu ama uzlaşmaz bir karakterdi ve hayran olduğu profesyonel meslektaşları bile onun zorlu standartlarını karşılamada başarısız oldu. Bununla birlikte John Bowlby, Donald Winnicott ve HeinzKohut gibi psikanalistlerin, meslektaşları tarafından dışlanmamak için çocukluk travmalarına ilişkin görüşlerini değiştirdiklerini iddia etti.
Uzlaşmayı reddetmesi onun çoğu zaman için hem gücü hem de zayıflığıydı. İddialı bir şekilde keskin düşünceler ve duygular içerisinde olmak onu kişisel bir çıkmaza soktu. Çocuğun yanında olduğuna inandığı tek terapist olan J Konrad Stettbacher adlı İsviçreli bir psikoterapistin etkisi altına girdi. Daha sonra kendisine yönelik mesleki suiistimal iddiaları ortaya çıkınca desteğini geri çekmek zorunda kaldı.
Miller kişisel yaşamının ayrıntılarını nadiren açıkladı. Polonya’nın Lwów kentinde orta sınıf Yahudi Rostovski ailesinin çocuğu olarak dünyaya geldi . Üstün Yetenekli Çocuğun Dramı, esasen kendi hikayesi olmasına rağmen, birçok okuyucunun deneyimiyle yankı buldu. ABD’deki ilk yayıncısı JaneIslay’e, ebeveynlerinin onu Varşova gettosundan kaçırmayı başardığını ve sahte bir isimle Katolik bir aileyle yaşadığını söyledi. Bazen ailesine yiyecek götürerek gettoya gizlice girmeyi başarıyordu ama onları kurtaramıyordu. Daha sonra meslektaşlarına ancak 1970’lerin başında kendiliğinden resim yapmaya başladığında tanık olduğu yıkımı hatırlamaya başladığını söyledi. Miller, Basel Üniversitesi’nde psikoloji ve sosyoloji alanında doktora yapmak üzere 1946’da Polonya’dan ayrıldı. Daha sonra Zürih’te psikanalist eğitimi aldı ve 1960 yılında uygulamaya başladı. Bu süre zarfında sosyolog Andreas Miller ile evlendi ve Martin ve Julika adında iki çocuğu oldu. Evliliği ayakta kalamadı. İlk kitapları yayımlandıktan sonra artık terapist olarak çalışmadı ve hayatının geri kalanını yazılarına adadı.
Çocuk haklarının tutkulu bir destekçisiydi ve gücün kötüye kullanılması olarak gördüğü çocuklara dayak atılmasını ortadan kaldırmak için sonuna kadar mücadele etti. Papa, George W Bush ve Tony Blair’e açık mektuplar yazarak onlardan fiziksel cezayı yasaklamalarını istedi.
Miller, şiddetin kökenleri ve aktarımı, temel toplumsal değişim stratejileri ve savaşın önlenmesi üzerine tezler geliştirdi. Alice Miller 1985 yılında Güney Fransa’ya taşındı ve burada 2010’daki ölümüne kadar inzivaya çekilerek yaşadı ve çalıştı.
Alice Miller’in çok okunan kitaplarından biri olan Yetenekli Çocuğun Dramı ile her şeye sahipmiş gibi görünen ama yine de çok şeye aç olan insanlar için bir ayna görevi görmektedir. Buradaki “yetenekli” ifadesinin okul danışmanınızın/öğretmeninizin üstün yetenekli veya yetenekli olduğunu söylediği şeyle hiçbir ilgisinden ziyade, orijinal Almanca kelime olarak gerçek benliğinizi kaybettiğinizde, bir ebeveyn figürünün ihtiyaçlarını empati kurma ve karşılama yeteneğini ifade eder. Bu hediye kişinin çocukluğunu atlatmasını sağlayabilirken, üstün yetenekli kişinin karşılanmayan gerçek duygu ve dileklerini korkusuzca ifade etme ihtiyacı, tedavi edilmediği takdirde yetişkinlik boyunca kişinin benlik duygusuna sessiz bir şekilde zarar veren bir virüs gibi varlığını sürdürür. Bu kitap böyle bir tedavinin başlangıcını sunuyor ve bu tedavi en iyi şekilde tek kelimeyle özetlenebilir: umut. Tabi hayatımdaki pek çok karaktere (iyi, kötü ve çirkin) dair daha keskin bir anlayışa sahip olduğumdan bahsetmiyorum bile. Çünkü biz yetenekli tipler ironik olarak her yerdeyiz.
Miller, kitabından bazı zor gerçekleri içeren sağlam bir teori sunuyor, ancak zaman zaman fikrinin darlığı, çok fazla kapsamlı genellemeler içeren bir tür tünel vizyonuna dönüşüyor. Kendi kendine kapılıp gidiyor ve diğer etkileri, diğer seçenekleri göz ardı ediyor. Her şeyi tek bir neden veya sebeple açıklamaya çalışan herhangi bir teoriye her zaman sinirlenirim, özellikle de karmaşık psikoloji veya insani duygular konularında. Ne olursa olsun, sunumunun netliği bunu okumayı kolaylaştırıyor ve Miller’in fikirleri şüphesiz pek çok insana fayda sağlamakla beraber oldukça iddialı bir temel üzerinden ilerlemektedir.
Bu kısımda Alice Miller in oğlu Martin Miller’ın hayatından bahsetmek kitabın anlamlandırma ve değerlendirme aşamasına başka bir boyut kazandırmaktadır.
Martin, Nisan 1950 yılında İsviçre’nin Zürih şehrinde Polonyalı iki savaş mültecisinin çocuğu olarak dünyaya gelen bir psikoterapisttir. Annesi, 1970’lerde şöhrete kavuşan dünyaca ünlü çocuk psikoloğu Alice Miller’dı. Babası Andrzej Miller, bir sosyoloji profesörü ve Rektorenkonferenz der Schweizer Universitäten’in (İsviçre Üniversiteleri Rektörleri Konferansı) genel sekreteriydi. Martin, ilkokul öğretmeni eğitimi aldıktan sonra psikoloji okudu ve şu anda terapist olarak çalışıyor. Doğduktan hemen sonra akrabalarının bakımına verildi. Hayatının ilk aylarını o zamanlar çok genç olan ikinci kuzeni Irenka ile geçirdi. Martin için Irenka, hiç sahip olmadığı anneyi temsil ediyor. Annesiyle arasına daha yaşamın ilk günlerinde onulmaz bir mesafe girmişti. Bu mesafenin Martin’e bir yazgı tayin edeceği ve bu yazgıyla nasıl baş edeceği elbette o zamanlarda henüz bilinmiyordu. Annesi oğlunu emzirdikçe canı acıdığı için onu emzirmeyi reddetti ve Martin iki haftalığına yeni doğan bebek bakımında tecrübesi olan bir kadınla bir aile yakınının evine gönderildi, sonraki altı ay ise teyzesinde kaldı. Martin daha sonra bir çocuk yuvasına yerleştirildi ve beş yaşına gelene kadar ailesinin yanına dönmedi. Evde dövüldü ve aşağılandı. Çocukluğunun son yıllarını Katolik yatılı okulunda geçirdi. Bugün Martin, karısı ve iki köpeği Queenie ve Kid ile birlikte Zürih İsviçre yakınlarındaki Uster’de yaşıyor.
Martin’in annesi Alicia Miller oğluyla paylaştığı anılarında savaş zamanı kendisini istismar eden bir Gestapo adamdan bahsetmişti ve oğluna şöyle demişti; “biliyorsun babanın adı o gestapo adamla aynı!’’
Martin’in babası, annesi ile Polonya’da tanışmış, Polonyalı bir katolikti. Martin annesiyle babasının sado mazoşistik bir ilişkileri olduğunu ve babasında bir aşağılık kompleksi olduğunu düşünüyordu. Çünkü ona göre onunla hiçbir şey yapmak istemeyen çok güzel bir kadına aşık olmuştu. Annesiyle babasının ilişkisi sanki Gestapoyla annesinin arasındaki ilişki gibiydi, annesi babasından nefret ederdi ve onun bir aptal olduğunu düşünürdü.
Babasının çok sinirli olduğundan ve kendisine işkence ettiğinden bahseden Martin, annesine bağlı olduğu için babasının onu aşağıladığını ve babasının annesine değil, ona vurmasını sağlayarak annesinin kurtarıcı kahramanı olduğunu söyler. Martin’in cümleleriyle ifade edersek; “Babamın adeta şiddet nesnesiydim. Acımasızca beni döverdi. Beni dövmek için her fırsatı değerlendirirdi, cinsel olarak istismar ederdi. Yıllarca her sabah onu yıkamam için beni zorladı. Bensiz duş alsın diye bazen yatakta kalmaya çalışırdım ancak o zaman da odama gelir tembel bir domuz olduğumu söyleyip derhal duşa gelmemi isterdi. Ve tüm bunları görmesine rağmen annem tek kelime etmezdi.”
Elbette annesiyle babasının ilişkinin hikayesi de en az Martin’in hikayesi kadar tüyler ürpertici; Martin’in annesi Alicie Miller takma bir isimle gettodan kaçmayı başardığında bunu fark eden bir adamın şantajı sonucunda onunla evlenmeyi kabul etmişti. Yani Martin bir aşk ilişkisi sonucu doğan bir çocuk olmadı, belki de annesi için hep o korkunç günlerin hatırlatıcısı ve uzantısı oldu. Geçmişte yaşananların yası tutul(a)madığı için de annesiyle Martin arasında hiçbir zaman yeni bir ilişki kurulamadı.
Bununla beraber Martin altı yaşındayken bir kız kardeşi doğar, down sendromlu bir çocuk. Dehşete kapılan annesi, babayı ailedeki genetik riskleri gizlemekle uzun bir süre suçlamıştır.
1973 yılında ise Martin’in anne ve babası boşanmıştı. Kız kardeşi evde annesiyle birlikte kalmış, Martin ise iki yıldır altını ıslattığı için bir rehabilitasyon merkezine gönderilmişti; Orada, Zürih Gölü kıyısındaki, evinden neredeyse 30 kilometre uzakta, ailesi onu bir kez bile ziyaret etmemiştir. Okulun ilk gününde bile annesi hep uzakta kalmıştır. Oğlunun güvendiği her dadıda anne bir rakibin kokusunu alır ve onu kovar. On yedi yaşına geldiğinde ergen yatılı okula gidebilmek için çabalamıştır. Her ne kadar bir yatılı okulda işler çok ağır kurallar içerisinde yürüse de bu onun için ebeveynlerinin tımarhanesinden kurtulma anlamına gelmekteydi.
“Bana hasta olduğumu söylediler ve tedavi olmam gerektiği için oraya gitmemi mecbur kıldılar. Orası çocuklar için bir barınaktı. Ailemi iki yıl boyunca görmedim, tamamen yalnızdım.’’
Kitabı ikinci okuyuşumda kuşaklar arası aktarım meselesine dair yazdıkları dikkatimi daha çok çeker oldu. Onun etkileyici bir şekilde ifade ettiği bu mesele elbette kendi çocukluk ve annelik öyküsünden bağımsız değildi;
“Bilmeliyiz ki, yirmi yıl sonra bu çocuklar (istismar/ihmal edilen) bütün bunların acısını kendi çocuklarından çıkaran yetişkin birer insan olacaklardır. Belki bilinçli olarak ‘dünyadaki’ zulüm ile savaşacaklar fakat bilmeden ‘çevrelerinde’ bulunanlara eziyet edeceklerdir. Çünkü zulmü erken yaştan beri tanımakta ve bir bilgi olarak bedenlerinde taşımaktadırlar. Yüceltilmiş bir çocukluk imajı ardında gizlenen, artık ulaşamadıkları bu bilgiler, onları yıkıcı eylemlere güdecektir. Yıkıcılığın miras olarak bir kuşaktan diğerine devredilmesini duygusal düzeyde bir bilinçlenme ile acilen çözmek zorundayız. (…) Fakat bu çoğunlukla yapılamamakta, çocukluk acılarının duygusal boyutu insanların bilinç dışında, onlardan tümüyle gizlenmiş olarak kalmaktadır. Özellikle de gizli kaldığı için bir sonraki kuşakta ortaya çıkan yeni aşağılama biçimlerinin bilinmeyen kaynağını oluşturmaya devam etmektedir. ” (syf:92)
Alice Miller’ın oğlunu savaş zamanı kendisini istismar eden Gestapo adama benzeyen bir babayla büyütmesi, hem cinsel istismar üzerine yazan ve hem de her ebeveynin eğer çocuğunu dövüyorsa bir suçlu olduğunu savunan birinin, oğlunun cinsel istismarına göz yumması adeta kendi trajedisini, travmasını çözemediği için oğluyla tekrar ettiğini göstermektedir. Hatta neredeyse suskunluğuyla işkenceciyle özdeşim kurarak kendi yaşadıklarını bölme ve inkar etme yoluna gitmektedir, çünkü yüzleşme ve yaşadıklarının yasını tutmaktan çok uzağa düşmüştür.
Martin Miller tarafından annesinin ölümünden sonra kaleme alınan ve “Yetenekli Çocuğun Gerçek Dramı” başlığı taşıyan otobiyografisi Alice Miller’ın kitaplarını basan Alman, Fransız ve Amerikan yayınevleri tarafından basımı reddedilse de neyse ki Almanya’da kitabını yayımlatacak bir yer bulabilmişti. Kitabı Almanca olarak yazmış olan Martin Miller’a göre yayınevlerinin kitabı reddetme nedeni eğer basarlarsa annesinin kitaplarından artık kâr elde edemeyeceklerinden korkmalarıydı. Bu durum bu bağlamda çok tanıdık ve belki de bambaşka boyutlarda hepimizin meselesi olarak ele alınmalıdır.
Martin Miller çocukken duygusal ihmal ve istismara maruz kaldı. Kitabında da bu konuyu hem çocuk olarak kendi açısından hem de bugün olduğu psikolog kimliği ile ele almıştır. Kitabında soykırımdan kurtulan annesinin hayatını analiz eder, kendisi ile annesi arasındaki duygusal kopukluğun nedenlerini ve babasıyla olan zayıf ilişkilerini ele alır.
Martin, annesinin kitaplarında gerçekte hiçbir zaman olmadığı bir anne imajı yarattığını kendi kitabında ise annesini etten kemikten gerçek bir insan olarak resmettiğini söylüyor, zaten kitabın alt başlığı da Alice Miller Hayaleti- Gerçek Kişiliği. Kitabın arka kapak yazısında eğer kendi travmanızı atlatamazsanız neler olacağını ve bunun bir sonraki nesle nasıl aktarılacağını göreceğimizi yazıyor.
“Anne/babalarımız ve sonra da biz, çocuklarımıza defalarca acı verdiğimizi, onların filizlenen benliğini derinden ve kalıcı bir biçimde örselediğimizi fark etmeyebiliyoruz. Çocuklarımızın onlara acı verdiğimizi kavrayıp bunu dile getirebilmesi ve böyle yaparak bize hatalarımızı ve ihmallerimizi görüp özür dilememiz için fırsat vermesi büyük bir şanstır. Bu özür dilenince, çocuklarımız şiddet uygulayan gücün, ayrımcılığın ve aşağılamanın kuşaktan kuşağa aktarılan zincirinden kurtulabilir. ”
Röportajında Martin Miller neden bu kitabı kalem aldığını üç nedene bağlamıştır.
‘Annemin kitabı yayınlandığında, onu idealize eden birçok okuyucu bana yaklaştı. Herkes şöyle diyordu: “Çok empatik, harika bir anne olmalı. Harika bir çocukluk geçirmiş olmalısın.” O zamanlar gerçeği doğru bir şekilde ortaya koymaktan acizdim. Dışarıdaki dünyanın bu kitap aracılığıyla annemi nasıl algıladığını ve aynı zamanda annemin kendisini daha önce hiç görmediğim bir kişi olarak nasıl sunduğunu görünce gerçekten şok oldum. Annemin, gerçekte var olmayan bir kişiyi toplum içinde sunduğunun, ilk kez acı bir şekilde farkına vardım. Kitabım yeraltından çıkma, her zaman yaşadığım gölgeden çıkma ve kim olduğumu gösterme ihtiyacını yansıtıyor. Bu yüzden sadece okuyuculara değil, aynı zamanda kendime de oldukça açık bir şekilde şu soruyu sormak istiyorum: “Alice Miller gerçekte kim?” ayrıca Alice Miller’a göre bakış açımı göstermeye hakkım var. En önemli sebeplerden biri de bu; bir şeyleri düzeltmek istedim.
Kitabı yazmamın ikinci nedeni ise kendime, bana yapılanları söyleme izni vererek adaleti yaratmaktır. Bu şu anlama geliyor; her ne kadar dış dünyaya büyük bir aileymişiz gibi görünse de, ben yalanı durdurmak, yanlış imajı ortadan kaldırmak istedim.
Üçüncü nokta ise savaş travmasının insanları nasıl etkilediğini göstermek istiyorum. Savaştan sağ kurtulan ebeveynlerin çocuklarının nasıl travmalar yaşadığını göstermek istiyorum. En önemlisi, baş edemedikleri bir travmayı atlatan insanların ne kadar yıkıcı olabileceğini göstermek istiyorum. Avrupa’da travma yaşayan pek çok mülteciyle karşı karşıya olduğumuz şu günlerde bu aynı zamanda kamuoyuna da verilen bir mesajdır. Kendimizi neye bulaştırdığımızın farkında olmamız gerekiyor çünkü bu insanların destek ve entegrasyondan daha fazlasına ihtiyacı var. İnsanlara sığınma hakkı vermek istediğimizde bile psikolojik olarak bilinçli olmalı ve olası şiddet biçimleriyle nasıl başa çıkacağımız sorusuna cevap vermeliyiz.
Almanya ile çok fazla uğraşıyorum ve nesiller boyunca birçok yıkımın, öfkenin, umutsuzluğun, üzüntünün, kederin ve acının hâlâ nasıl aktarıldığını görebiliyorum. Çocukların ebeveynlerinin kimliğini yaşamaya zorlandığı bu yansıtmalar benim de deneyimimdir; Bunun ne anlama geldiğini göstermek istedim. Kitabın bir diğer amacı da terapide bunu başarmanın ve geçmişi geride bırakmanın mümkün olduğunu göstermek.
Bunları yazan Alice Miller, oğluyla kurduğu ilişkisinde bu şansı pek de değerlendiremediğini Martin Miller’la yapılan röportajda kendisine bu kitabı neden annesinin ölümünden sonra yazdığı sorusuna verdiği şu cevaptan anlıyoruz;
“Herhangi bir şey söylemem yasaklanmıştı. Sessiz kalmak zorundaydım, çünkü sadakat üzerine adamıştım kendimi, kurbanın tarafında olmalıydım. İkinci jenerasyon çocuklarının çoğunun kaderidir bu. Annemden cevap talep etmedim. Bir mahkum gibi oluyorsunuz, tek bildiğiniz konuşmak, o da yasak. Bu yüzden sadece onun ölümünden sonra yazabildim.’’
Martin Miller, kitabı yazarken üç rolü oynadığını söylemekte: “Gazeteci rolü, çünkü gerçekleri yazıyorum; oğul rolünü; ve yorumlayıcı psikoterapistin rolü.’’. Kitabı yayımlandıktan sonra bu konu ile ilgili Münih’te konuştuğunda, Musevi bir muhabir ona çok kötü bir şey yaptığını söylemiş. “Çocukken çok büyük bir acı çektin ancak annenle kıyaslandığında bu hiçbir şey.’’ Buna Martin Miller şu şekilde karşılık veriyor; “Bizim jenerasyonumuzdaki birçok kişi bazı kompleksler geliştirdiler çünkü kendimize şunu dedik “Kurtulduğum şey, ebeveynlerimizin hayatta kaldıklarına kıyasla hiçbir şey değil.”
Genç bir adam olarak Miller bir terapist olmak istememişti; “Anna Freud rolünü oynamak istemedim”, babasının izinden gitmiş olan Sigmund Freud’un kızını işaret ederek. Ben daha özerk olmak istemiştim ve annem bunun için bana çok kızmıştı.
Ebeveynlerinin desteği olmadan bağımsız bir yola çıktı: “Liseden sonra babam bana benim gibi uyuşuk birinin üniversite eğitimi için para ödemeyeceğini söyledi. Annem beni desteklemedi ve belki üniversiteye gitmesem daha iyi olacağını söyledi. Çok bağımsız olmak zorunda kaldım, bir eğitime girdim ve öğretmen oldum.’’
1979 yılında Martin Miller psikanalist olmaya karar verir ve çalışmalara başlar. Annesi bundan pek hoşnut olmaz çünkü her şeyi ondan öğrenmesi gerektiğini düşünür. Martin Miller, ise annesine kendi yolunda öğrenmek istediğini söyler; “Annem ekonomik olarak ve konsept olarak ona bağlı olmamı istedi. Bana “çok yeteneklisin, üniversiteye giderek öğrenmek zorunda değilsin, her şeyi benden öğrenebilirsin” dedi. Ama bu beni Alice Miller’ın kölesi yapardı.”
Martin’in annesi tarafından yazılan 28 Mayıs 1998 tarihli mektupta bir yüzleşmeye rastlıyoruz; “Anladım ki korkudan duygularını ne kadar çok reddetmişim, belki de haklısın -ki gerçekten haklısın. Seni umutsuzluğun sınırlarına ittik. Bu sefaleti sana getirenin ben olduğumu inkar edemem. İhtiyaçlarını, korkularını, umutsuzluğunu anlamadım. Seni anlamak yerine seni tedavi için gönderdim, sadece sana yardım etmemekle kalmadım aynı zamanda hayatını da tehlikeye attım. Annemle karşılaştırılmaya maruz kalmamak için hem kendimi hem de sizi ikna etmeye devam ettim. Gerçeği taşıyacak ve artık kaçmayacak kadar yaşlıyım. Bu başarısız olmuş bir hayat.’’
Yukarıdaki cümleler Alice Miller’ın oğlundan özür dilediğini, adeta günah çıkardığını düşündürse de oğlunu mirasından men etmesi ve hayattan ayrılırken oğluyla üstünkörü vedalaşması yaşadığı içsel karmaşayı tam olarak çözemediğini düşündürmektedir ve sanki kendi tutamadığı yası oğluna da tutturmak istememektedir.
Alice Miller ölümüne yakınken bile, hiçbir şeyi kadere bırakmamıştı. Kanser hastasıydı ve kendisini öldürmeye karar vermişti. 14 Nisan 2010 tarihiydi, 87 yaşındaydı, birkaç yıl önce taşındığı Provence’taki evindeydi. Martin Miller’ın dediğine göre “kimsenin eline kalmak istememişti.” Alice Miller’ın oğluyla vedalaşması ise Martin Miller’ın anlattığına göre şöyle olmuştu;
“Beni aradı ve dedi ki ‘bu öğlen öleceğim. Seni vedalaşmak için aradım. Sana ve eşin Manuela’ya güzel bir yaşam dilerim, şimdi başka insanları da arayabilmek için bu konuşmayı bitirmem lazım.’ Birkaç saat sonra da vefat etti. Ve isteği üzerine bedeni yakıldı. Gömülmek istemedi. Ayrıca tüm mektuplarını ve bilgisayarındaki her şeyi imha etti. Hiçbir iz bırakmadı.’’
Alice Miller’ın yazdığı Yetenekli Çocuğun Dramı şu paragrafla son bulur;
“Yıllarca kendi çocukluk öykümün üzerindeki örtüyü tümüyle kaldırabilmenin yollarını aradım ve sonraları bunun ulaşılması olanaksız bir hedef olduğunu kavradım. Bu ‘her şeyi çözme’ saplantısından vazgeçtikten sonra, önümde yepyeni yollar açıldığını ve yeni perspektiflerin belirdiğini gördüm.” (syf: 139)
Yetenekli Çocuğun Dramı’nı ikinci okuyuşumda onu bir süblimasyon (yüceltme) örneği olarak ele alabilir miyiz diye çok düşündüm. Eğer ele alırsak hem annenin hem de oğulun yaşadıklarından hareketle kendi kitaplarını yazması, aynı savunma mekanizmasının da anne-oğul arasında kullanıldığını gösteriyor. Belki de annenin oğula bıraktığı en büyük miras bu olmuştur.
Ancak Martin Miller’ın aktardıklarından anlıyoruz ki Alice Miller hep gizli bir kimlikle yaşamış. Bu ölene dek de sürmüş. Sanki yazdığı kitaplarla açığa çıkmaya ve o sahte kimlikten kurtulmaya çalışıyor gibi gözükse de bunu tam olarak yapamamış ve depresif pozisyona geçip yaşadıklarıyla yüzleşmeyi başaramamış bir kadın olmuş.
Alice Miller’ın kendi travmasını Martin Miller’a nasıl aktardığını az çok anlıyoruz, peki Martin bu travmayı bir sonraki kuşağa nasıl aktaracaktır?
Martin Miller kitabına dair şunları söyler;
“Ben kitapta oğluyla olan ilişkini gösterdim, Alice Miller yazdıklarının tam aksini yaptı –ama yazdıklarının yanlış olduğunu söylemiyorum. Eğer onun teorisine aşina olmasaydım, bugün ölmüş olurdum: Annemin teorisi benim kurtulmama yardım etti. Bu hayatımın kararsızlığı ve bu kararsızlıkla yaşamak zorundayım. Bir yandan, annemden dolayı çok acı çektim, diğer bir taraftan da annem bana bu ilişkide nasıl hayatta kalabileceğim konusunda bilgi sağladı ve bu muhteşem. İlişkimizde var olan gerilimdi bu. Ben onun teorilerini onda uygulamaya çalıştığımda, bana kızardı. O dakikalarda kendi teorilerini algılayamazdı.’’
Yazıyı kendi sorularımla başlatmışken Alice Miller’ın kitabında sorduğu birkaç soruyla da bitireyim;
“Anne çocuğuna yardım edecek durumda olmayınca ne olur? Bunun ötesinde, sıkça rastlandığı gibi, çocuğunun ihtiyaçlarını fark edecek ve giderecek durumda olmamakla kalmayıp kendi de “ihtiyaç içinde bir kişiyse” ne olur?” (syf:46)
Bu sorunun yanıtını Alice-Martin Miller bağlamında ele almaya çalışırsak, Alice Miller’ın oğluna yazdığı mektupta belirttiği gibi belki “başarısız olmuş bir hayat”tır, belki de kuşaklar arası aktarılan travmalarla harmanlanan ve milyonlarca insanın okuyup farkındalık kazanmasını sağlayan “Yetenekli Çocuğun Dramı”dır. Biliyoruz ki yetenekli çocuğun dramı, annesinin dramından bağımsız değildir. Ancak bu Martin’in sesini duymaya ve duyurmaya engel de değildir.
Martin Miller’ın kitabı, yazarının ruhsal yaraları kadar Alice Miller’ın gençliğinin “trajedisini” de araştırıyor. Bir terapist olarak, çocukların dünyaca tanınan savunucusu, psikanalistleri ebeveyn istismarını inkar ettikleri için azarladı. Büyük oğlu, bir anne olarak kendi zayıflıklarını ortaya çıkarmayı hedeflerken, bir yandan da savaş travmalarının acı dolu ilişkileri üzerindeki etkisini kabul ediyor. Öfke ve acıdan yoksun olmasa da, kapsamlı bir terapi çalışmasının geriye dönüp bakıldığında bu yayın, travmanın nesiller arası aktarımına ilişkin etkileyici bir bakış açısı sunuyor; bu konu Alice Miller’ın bizzat derinlemesine analiz ettiği bir konu.
Miller Ailesindeki Sessizlik Duvarı
Martin Miller’ın ortaya çıkardığı kişisel bir trajedi, ebeveynleriyle duygusal bir ilişki kuramamaktı; bu acıyı, ebeveynlerin kendileri hakkındaki, özellikle de savaş dönemiyle ilgili her türlü biyografik anlatıyı susturmalarıyla açıklıyor. Yetişkinlerin çocuklarının duygusal desteğinden yararlanıp “bastırılmış bir zulüm travmasının aktarılmasına” katkıda bulunmalarını, Holokost’tan sağ kurtulanlarda görülen tipik “ebeveyn-çocuk ilişkisini tersine çevirmelerini” kınadı (Martin Miller , Levrai “drame de l’enfant) doué”. La tragédied’Alice Miller, Pressesuniversitaires de France, 2014). Nisan 2010’da annesi öldükten sonra Martin gizemi çözmeye başladı ve Amerika Birleşik Devletleri’ndeki aile üyeleriyle yeniden bağlantı kurdu. Her ne kadar onun çocuk haklarına verdiği yorulmak bilmez desteğin değerini sorgulamasa da, kendisi için olduğu kadar onlar için de zihinsel ayrışmanın geçmişi uzakta tutmanın bir yolu olduğu izlenimini edinmişti.
Yazar, annesinin duygusal çalkantısının içinde nasıl sıkışıp kaldığını gösteriyor. Savaş travmalarının kalıcı bir sonucu, onların ilk anne-oğul ilişkilerini bozması ve genç Martin’i bilinçsizce zalim rolüne mahkum etmesidir. Alice Miller’ın bazı tanıdıkları da ondan benzer tepkiler aldı; örneğin psikanalist Jeffrey Masson onun neden birdenbire “kendisini istismar eden uzun listeye katıldığını” (Masson’un Daphne Merkin hakkındaki yorumu, Özel Drama . ) Çocukluk travmaları konusunda bir otorite olmasına rağmen kendi travmaları konusunda sessiz kaldı”. Bu arada, Miller’in kendisinin de yazdığı gibi, savunma mekanizmalarını kendiliğinden sorgulayan yetişkinlerin genellikle çocuklara yaptığı şey bu değil mi? Oğlunun ifadesi böylece annesinin teorisinin geçerliliğini doğrulamaktadır.
Tıpkı kitaplarından birindeki bir vaka gibi
Bir çocuğun kasvetli yaşamının ana hatları, çocuk haklarının büyük İsviçreli savunucusu Alice Miller’ın (1923–2010) kitaplarından birindeki örnek olay incelemesi olabilir. Miller’in 30 dile çevrilen en çok satan kitapları, toplumun çocuklarla ilişkilerinde radikal bir paradigma değişikliği talep ediyordu. Ebeveynler, öğretmenler, terapistler çocuğun bakış açısından görmeyi ve hissetmeyi öğrenmelidir. Her şeyden önce ilk kitapları olan “Üstün Zekalı Çocuğun Dramı”, “Kendi İyiliğin İçin” ve “Farkında Olmayacaksın” gibi, Suhrkamp tarafından yayımlanan diğer kitapları gibi, uluslararası zaferleri kutladı. Miller’in inancı, çocukların artık yetişkinlerin duygusal israfı için depo görevi görmemesi gerektiğiydi.
Alice Miller’ın bir görevi vardı. Çocukların empati ve şiddet içermeyen eğitim hakkı, “Siyahi Pedagoji” ve yanlış tabuların ailelerde yol açtığı psikolojik ve sosyal zararlar konusunda kamuoyunu duyarlı hale getirmek onun amacıydı. Ana tezi: Barışçıl bir toplumun anahtarı, empatiyle ve şiddet içermeyen erken bir sosyalleşmede yatmaktadır; Ellen Key (“Çocuğun Yüzyılı”, 1900) veya Janusz Korczak (“Çocuğun Saygı Hakkı”, 1918) gibi öncüllere dayanan bir tez.
Alice Miller tartışmacı bir şekilde davasını savundu ve onun görüşlerini tam olarak paylaşmayan meslektaşlarıyla arası bozuldu. Böylece çocukluklarında kötü muameleye maruz kaldıklarını bilen yüz binlerce okuyucu buldu; “Üstün Yetenekli Çocuğun Dramı” başlığı bir slogan haline geldi. Duyarlı, “yetenekli” çocukların, hayatta kalabilmek için nevrotik ebeveynlerinin duygusal ihtiyaçlarını hissettiklerini ve kendi ihtiyaçlarını reddettiklerini belirtti. Bölünme, acı ve öfke çocuğun bilinçaltını etkilemeye devam eder; daha sonra çocuk da kendi yavrularıyla benzer şekillerde ilgilenecektir. Kurbanlar, yeni kurbanlar, yeniden failler üreten failler haline gelir – bu kısır döngü için Alice Miller, Hitler ve Stalin, Kafka ve Paul Klee gibi çoğu zaman sanal kanepede yatan hastalarla ilgili vaka çalışmalarıyla dolu yoğun çalışmalara başvurdu.
Ancak başlangıçta özetlenen taslak onun çalışmalarından birinden gelmiyor. Bu, 63 yaşındaki oğlu Martin Miller’ın kendi hayatı ve farklı bir Alice Miller hakkında sunduğu yürek parçalayıcı raporunda bulunabilir. Şok edici kitabına “Üstün Yetenekli Çocuğun Gerçek Dramı” adını veriyor ve alt başlığını şu şekilde veriyor: “Alice Miller’ın Trajedisi – Bastırılan Savaş Travmaları Aileleri Nasıl Etkiliyor?” Oğul intikam aramıyor. Raporu ciddi, en ufak bir duygusuzluk ve mizaç içermiyor. Annesinin biyografisini araştırıyor, kendi çocukluğunu ve gençliğini anlatıyor, bir travma uzmanının yardımıyla nesiller arası travmatizasyonla ilgili soruları tartışıyor.
Bilinçsiz nefretin Projeksiyonu olarak Oğul
Alice Miller bir keresinde yetişkin oğluna “Bütün biyografimi yok etmek zorunda kaldım” demişti. Özetle, “Alice Miller Trajedisi”nin tamamı bu cümlenin içinde yer alıyor. Miller, ölü kadına karşı zafer kazanmadan kısa ve öz bir şekilde, zaman zaman canavarca, neredeyse psikotik boyutlara ulaşan anne ve oğul arasındaki karışıklığın nedenlerine yaklaşıyor.
Genç Miller, ebeveynlerinin önceki yaşamlarına dair çok az şey öngörmüştü; İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Polonyalı burslu öğrenciler olarak İsviçre’ye gelmişlerdi. Katolik inancına göre büyüdüğü babasından da pek bir şey öğrenemedi. Alice Miller, güçlü, kurtarılmamış bir ruhun tüm gücüyle, kendi ebeveynlerine olan nefretini, Yahudi zulmü olarak geçmişi savunmasını oğluna yansıttı – bilinçdışında öfkelenmeye devam eden nefret.
Bu dinamik, yirmili yaşlarının sonundaki genç adam bir krize girdiğinde ve annesi onu gurusu Bern’li “temel terapist” Konrad Stettbacher ile tedaviye zorlamak istediğinde en ölümcül şekilde ortaya çıktı. “Katarsis”i teşvik etmek için günlerce karanlık bir hücrede kalmak zorunda kalan kurbanlarını gerilemeye zorlayarak yemin etti. Martin Miller çaresizce 1992’de Stettbacher’in bir öğrencisiyle tedaviye başlamayı kabul etti. Seansların ses kayıtları, hastanın haberi olmadan, konuyu anne Miller’la tartışan “guruya” iletildi. Nihai ihanet. Stettbacher, Alice Miller’ı “çocuksu” oğlunun onayını engellemeye bile ikna etti. Martin Miller şöyle yazıyor: “Zulüm dönemiydi”, “Tehdit mektupları aldım, yalan söylediğimi iddia etti, beni başarısızlıkla suçladı ve daha kötüsü.” Bu cehennemde oğul intiharın eşiğindeydi. Ünlü annesi onu bir “canavar” olarak görüyordu.
Dini Sıkıntı
Alicija’nın bebeklik dönemine adanan sayfalar da aydınlatıcıdır: Okuyucu, Alicija’nın daha sonra oğluyla birlikte tekrarladığı gizli aile içi istismarın kanıtlarını bulacaktır. Martin Amerikalı akrabalarından bilgi topladı ve Alicija’nın “düzgün bir çocukluk geçirdiğini, çünkü her zaman istediğini elde ettiğini” eleştirmeden bildirdi (Irenka Taurek, Martin Miller’dan alıntı). Annesinin Yahudi köklerinden ayrılma tercihi konusunda kafası karışıktır ancak annesinin bunu neden yaptığını zar zor anlamaktadır ve küçük yaşlardan itibaren isyan ettiği dini baskıyı sorgulamayacaktır.
Aslında, Alicija’nın büyükbabası Avraham Dov Englard’ın bir Hasidik haham olduğunu ve ikinci oğlu Meylech’in (yine “çok dindar” bir kişi) babasının onu “soğuk ve tepkisiz” bir eşle evlendirme isteğine karşı çıkmadığını keşfediyoruz. Bu sevgisiz çiftin ilk çocuğu olan Alicija, ebeveynlerinin şiddetle dayattığı kurallara karşı isyanın simgesi olacaktı.
Meylech’in küçük kız kardeşi Ana ve kocası Bunio, genç Alicija’ya daha sonraki çalışmalarında gösterdiği önemli rolü “yardımcı tanık(lar)”la sağladılar. Genç çift Yahudiliğe karşı daha liberal bir yaklaşıma sahipti ve genç kızı büyüleyen daha az kısıtlayıcı bir dünya olan Polonya toplumuna asimile oldu. Ne zaman ebeveynleri onu azarlasa Alicija, Ala ve Bunio’nun evine sığınıyordu. Annesinin azabına maruz kalan ve babasının çaresizliğinden acı çeken o, diğer insanların onu kibirli ve güvensiz olarak yargılaması için geri çekildi. Ancak Martin Miller, bu umutsuzluğun Yahudiliğe karşı haksız bir şekilde düşman olan “öznel bir yargıya” dönüştüğünü düşünüyor ve Alicija’nın otoriterliğe karşı duyarlılığının kendisine ait olmadığını – her çocuğun yaşam gücünün doğal bir ifadesi olduğunu – bu onun tam anlamıyla çalışmasını sağlayan şeyin bu olduğunu kabul etmiyordu
Anne Canlandırmaları
Kitabın ikinci kısmı, Alice Rostovska’nın 1946’da müstakbel kocasıyla felsefe çalışmalarına devam etmek üzere İsviçre’ye taşındığında çözülmemiş geçmiş travmalarının nasıl yeniden su yüzüne çıktığını gösteriyor. Yıkılmış bir ülkeden kaçan soykırımdan sağ kurtulan kişi, çevredeki zenginlik karşısında şaşkına dönüyor ve tuhaflık duygusundan asla kurtulamayacak. Genç ortakların anlatılmamış acılarını yeniden sahnelemekten başka seçeneği kalmadığından, Andrzej Miller’la olan evliliğinin tehlikeli derecede yıkıcı olduğu ortaya çıkar. Martin şöyle yazıyor: “Değirmencilerin evi sürekli bir anlaşmazlık ve ağır bir atmosfer altındaydı.”
Alice Miller ise, Varşova’daki savaş sırasında bir şantajcının Yahudi kimliğini Nazi işgalcilerine ifşa etmekle tehdit etmesi sırasında kendisini saran sürekli izlenme hissinin aynısını kıskanç kocasına da yansıttığını kabul etti. Bu sancılı ilişkinin, gelenekten kopmamak için sevgisiz bir yuva kurmaya karar veren anne ve babasının hikâyesini anımsattığı da eklenebilir. Tıpkı bir zamanlar Ala ve Bunio’nun evinde yaptığı gibi, genç terapist, Zürih’teki psikanaliz seminerinin çemberinde yeni bir aile bulacaktır; ta ki bağımsız ruhu, Freudyen ortodoksluğun öğrencilerine sert bir şekilde karşı çıkana ve sonunda onu muhalif olarak reddedene kadar.
” Annem için ne kadar tuhaf ve acı verici bir déja vu duygusu !” Martin Miller, çocukluğunu gölgeleyen dindarlık korsesiyle psikanalitik ortodoksluk arasında bir paralellik olduğunu öne sürerek yorum yapıyor. Psikanaliz , Winnicott’u okurken keşfettiği bir ifade olan gerçek benliğini deneyimleyebileceği bir sığınak değil, kaçmaya karar verdiği yeni bir ideolojik kaleydi. Çocuğun anne bağına olan hayati ihtiyacını vurgulayan John Bowlby gibi diğer öncüler, onu, Freud’un iddia ettiği gibi, akıl hastalığının içsel cinsel çatışmalardan değil, çocuklukta yaşanan travmatik olaylardan kaynaklandığına ikna edecekti.
Değersiz Ebeveynler
Ancak böylesine radikal bir revizyon Alice Miller’ın hayatının son dönemlerinde gerçekleşir; en azından Üstün Zekalı Çocuğun Draması’nı (1979) yazdığında neredeyse 30 yaşında olan Martin için . Bu onu, çoğunlukla çocukluk döneminde yaşadığı davranış kalıplarını, özellikle de asla benzemeyeceğine yemin ettiği “soğuk ve tepkisiz” bir annenin davranış kalıplarını yeniden sahnelemekten alıkoymadı. Bu bağlamda, Bowlby’yi okumanın acı verici bir uyandırma çağrısı olduğunu anımsıyor Martin, çok sayıda terk edilme ve ihanetin ayrıntılarını aktarıyor. Alice, yeni doğmuş bir bebeğin davranışlarını dikte eden ihtiyaçlarına (genç annenin tiksindiği bir duygu) acımasız bir tarafsızlıkla karşılık verdi.
1950’de doğan bebek Martin, bir hemşirenin bakımına verildi, ardından Ala, Bunio ve kızları Irenka ile altı ay geçirdi. Martin, “Annem ve babam bana yabancı kaldı” diye itiraf ediyor. Altı yıl sonra Down sendromlu bir çocuk olarak doğan kız kardeşi geldiğinde, enürezis hastasıydı ve ailesiyle temas kurmadan iki yıl boyunca bir çocuk evinde kaldı
Martin bu ihmalin yanı sıra babasının şiddetine de maruz kaldı. Ne olacağı tahmin edilemeyen bir adam olan Andrzej Miller, sebepsiz yere ona tokat attı. Annenin hiçbir itirazına maruz kalmadan her sabah onunla yıkanarak çocuğun yakınlığı üzerinde kontrol sağladı. “Babam böyle bir çile hazırladığında beni ondan korumaktan korktun mu? Her gün öğle yemeğinde bana gülüp sözümü kestiğinde ne düşündün?” Martin, 1994’te yazdığı kırgın bir mektupta bunu Alice Miller’a sordu. O sıralarda, tartışmalı bir analistle psikoterapötik tedavisini farkında olmadan denetleyen annenin ihanetini yeniden deneyimledi; bu anlaşmazlık en sonunda mahkemede karara bağlandı. O sırada içine düştüğü taciz duygusu, ilişkilerine kesin bir son verecekti.
Eserlerinin Önemi Korunuyor
Martin Miller’ın ifadesi bazen annesiyle eski hesapları kapatmakla sınırlanıyor ve muhtemelen Alice Miller’ı eleştirenleri yeniden alevlendirecek. Eğer oğlunun bu kadar kayıtsız bir bakıcıya karşı çok az empati göstermesi gerektiği anlaşılırsa, yazarın -ki kendisi de psikoterapist olmuştur- genç Alicija’nın duygusal sıkıntısını kendi aile ortamında gerçekten paylaşamaması üzücüdür. Tam tersine Martin, sanki kendisi yeni bir yuva arıyormuşçasına, annesinin reddettiği kültürel mirası idealleştirme eğiliminde. Bu açıdan bakıldığında, anne ihmalini yalnızca savaş travmalarıyla ilişkilendirme konusundaki ısrarı, bir tür zihinsel çözülmeyi akla getiriyor.
Martin için hem babasının hem de erkek torunlarının aile sorunlarındaki sorumluluğunu sorgulamak aynı derecede zordur. Kitabın birkaç sayfası babanın vahşetini kınamaktadır ancak kendisi, “saldırganla özdeşleşme” şeklindeki analitik kavramın kendisi için geçerli olduğuna inanmıyor ve babasına benzeme suçlamasına karşı kendisini güçlü bir şekilde savunuyor. Atası Avraham Dov Englard’dan ısrarla bahsediyor ama çocuklarına dayattığı dini kuralların psişik sonuçlarını görmezden geliyor gibi görünüyor. Alice Miller’ın babası olan ikinci oğlu Meylech, “kendini kabul ettirmedi ya da edemedi. Ebeveyn egemenliğinin acısını çekerken sessiz kaldı ve kaderine teslim oldu”. Martin Miller onun Piotrków gettosunda öldüğünü söylüyor çünkü kızının aksine “hayatını kurtarmak için bile Yahudi kimliğinden vazgeçmedi”. Yazarın kendi varlığının annesinin “ihanetinden” kaynaklandığının farkında olup olmadığı merak edilebilir. bu onun yaşama arzusunun bir ifadesiydi.
Martin Miller, “[Alice Miller’ın] eserlerinin öneminin bozulmadan kaldığını” ancak yalnızca ilk üç kitabının olduğunu kabul ediyor. Daha sonrakiler ve internet üzerinden verdiği terapötik danışmanlık “spekülatif” olarak değerlendiriliyor. Alice’in yazar olarak ilk yıllarının aynı zamanda Martin’in de en mutlu yılları olduğu akılda tutulursa bu isteksizlik anlaşılabilir. Henüz otuz yaşındaydı ve köklü bir değişime tanık oldu: “Annem benimle fikirlerinden bahsetti ve ben başka bir kişiyi keşfettim: tutkulu, açık, cana yakın, rahat.” Sevgisiz bir evlilikten kurtulmuş, Freudyen ortodoksluğa karşı güven kazanmış ve bu projeyi oğluyla paylaşmıştı; bu daha önce hiç yapmadığı bir şeydi; anlayışlı, sevgi dolu bir annenin korkunç kaybını çok geçmeden yeniden canlandıracak ani bir yakınlık yarattı.
Sonuçta, “Her insanın derininde kendinden az çok gizlediği, içinde çocukluk dramının aksesuarlarının bulunduğu bir arka odası vardır. Kimseyi sokmadığı bu gizli odasına mutlaka girecek olanlar yalnız kendi çocuklarıdır. İnsan çocuk sahibi olunca odaya hareket gelir, hazırlık başlar; çünkü dramın devamı için gerekli ortam sağlanmıştır. Fakat çocuk bu dramda oynayacağı rolü ve kullanacağı aksesuarları seçmekte özgür değildir, çünkü rolü zaten yaşama getirilirken belirlenmiştir ve yer aldığı “oyunla” ilgili anılarını da yetişkinlik yaşamına taşıyamayacaktır. Rolünün ne olduğunu belki ancak daha sonra, terapide sorununa çare ararken öğrenebilir.” (syf:36)
Kaynaklar:
1.https://www.google.com/amp/s/www.haaretz.com/amp/life/books/.premium-mother-dearest-1.5255078
- “The True “Drama of theGifted Child”: ThePhantom Alice Miller — The Real Person”.
- Lewinsky, C (2015) Melnitz Londra: AtlanticBooks
4. Miller, A (1979[1983]) The Drama of Being A Child: TheSearchforthe True Self Londra: Viking Press
5. Miller, M (2013) The True ‘Drama of the Child Yetenekli çocuk.’ Alice Miller’ın Trajedisi – Bastırılan Savaş Travmaları Aileleri Nasıl Etkiliyor