LOADING...

En üste git

Eylül 1, 2023

TANRILARIMIN MASASI / BİLGE ECE ÜREK

 

 

Yüzyılımız vardı yaşamak için. Koca yüzyıl düşün! Kaç mevsim geçer bilemezsin, kaç yaz bahar ayları… Hepsini katlayıp cebine koy, hesaplamanın sırası hiç değil. Tanrıların masasındayız. Şölen başlamış, herkesin keyfi yerinde bi dur. İçiyorlar yudum yudum, keyifleri o içkinin içine karışmış. Yudumlayın oluk oluk keyifleri. Biri çok içmiş işemeye gidiyor, öbürü arkasından kahkahalar atıyor, biri çıktı dışarı daha yeni, gelir mi bilinmez. Biri gelir biri gider değil mi, sonuçta hepsi hepi topu bir tanrı. İşleri güçleri birbirlerine çelme takmak. Ben de artık içlerindeyim ve bana çelme takmakla yetinmeyecekler.

Önüme koyulan çatal bıçağın bir ağırlığı vardı. Ağırlığın tadı hüzün tadıydı. Her türlü yerim yemeklerinizi bilirsiniz ama hüzün tatmak damağınızda iz bırakır. İzlerin yerlerini bilirsiniz. Her dilinizin hareketinde yaralarınız dağlanır. Doymak çözüm müdür, bilemem. Her neyse, önüme konan yemek ne olursa olsun yiyeceğim. Tanrılardan biri bana dik dik bakıyor. Baştan sona didik didik ediyor her yanımı. O anda biri masaya yaklaşıyor. Yaklaştıkça sinirini soluyorum içime. Bu sinir, bu öfke bize ait değil. Değildi. Dibime kadar geldiğinde yüzüne bakmaya korkuyorum. Çatal ve bıçağa odaklanıyorum. Ne diyorduk, hah evet hüzün. Hüzün kalp çeperinizde yer alır. Kalbinizi hüznün içine koyarlar ve şeklini almasını beklerler. Bir zaman sonra hüzün içindeki kalbinizle yeni dünyanızda, açlıklarınızla dolanmaya başlarsınız. Ne zaman ki kalp doymaz, hüznünün dışına taşarsa, şapır şapır akan kalplerinizi hüznün içine tıkarsınız var gücünüzle. Bu milyonlarca kez tekrarlanır, tekrarlandıkça katılaşan kalp buharlaşıp uçar. Biz de yeni kalpler ararız hüznün içine koymak için. Basit. Teori çok basit. Yaklaşan sinirli kişi enseme üfledi nefesini. Delip geçerdi beni, paramparça ederdi öfkesi. Elinde bir tabak olduğunu görebildim ufak titrek bakışlarımla. Yemek getirmiş sağ olsun. Bıraksın gitsin, uzaklaşsın biran önce. Korkumu fark etmiş olacaklar ki tanrılar bana acımaya başladı. Yazık! Yazık sana! Ne kadar katlanmışsın bu öfkeye. Öfkesini almışsın, o da seninle, sizinle. Üçünüz her an, her yerde birliktesiniz. El ele dolanır, sıkı sıkıya kenetlenir, yangınlardan yangınlara salınır, ortalığı kül edersiniz. Getireceği yemekten bir şey bekleme. Öfke dilimleyeceksin hüzün bıçağınla. Öfkeyi ağzına alacaksın hüzün çatalınla. Gene bütünleşeceksiniz her zaman olduğu gibi. Tabağı bıraktığında tabak çatırt etti. Parçalara ayrılmıştı. Yemeğe hiçbir şey olmadı. Herkes yüzüme baktı. Öyle böyle sen o yemeği yiyeceksin bakışları. Bıçakla çatalı elime aldım. Bıçakla parçalara ayırmaya çalıştıkça etin üstü tabak kırıkları ile doldu. Tüm bakışlarla beraber ağzıma aldım et parçasını. Dişlerim çatırdaya çatırdaya çiğnedim eti. Çok yumuşaktı hatta kırıklarla beraber dişime yapıştı, yutamadım. Tanrılar sıkıldılar, bazıları dışarı çıkmaya başladı. Yutkundum.

İçeriden iki kişi daha geldi. Yuvarlak, kalın ahşap bir tepsiyi tutan yemyeşil gözleri olan kız gülümseyerek yanıma yaklaştı. Mor beresine baktım. Allı pulluydu mor beresi. İçeceği koymak için yanıma yaklaştı, eğildi. Çok güzel kokuyordu. Kazağına yüzümü bastırmak istedim. Belki elini başıma koyar, ellerini saçlarımda gezdirirdi. Konuşmazdı asla. Konuşmamasını isterdim. Sustuğun zaman, ben senin yerine cümleleri tamamlarım, istediğim gibi. Ah! Senin şu kokun olmasa tek başıma da yaşardım. Bana dokunmaların, sarılmaların, öpmelerin olmasa inan ben çoktan kendimle sevişmiştim. Ne haksızlıktır! Zirvelere oturamayacak bir insansın aslında. Güzel nağmelerin olmasa ağzında, dilinde. Üstüne küf oturmuş bir kemansın. Benim istediğim tıngırtıları veremediğin için bir hiç olmalısın! Geçip giden yıllarımda içimdeki zirvene tırmandım. Bedenimi üstümden yırtmak zorundaydım. Zaten üzerime tam oturmuyordu. Teker teker çivileri çıkardım, yol kenarlarına attım. Kaburgalarımı ellerimle söktüm. Doğum günü pastan elimdeydi. Nasıl da heyecanlıydım titrek elimle pastanı tutarken. Omuzlarım yolu yarıladığımda çoktan ufalanmıştı. Kar yağmaya başladı zirvede. Eridim. Dağın tepesinden aşağı süzüle süzüle eridim. Pastanın üzerine bir ceset olarak eridim. Bom diye patlayamadım, sessiz sessiz taştım çukurlara. Sorunum hep buydu ya zaten. İstediğim yeri belli edememek. Bir anda değil, usul usul. Zekice bir plan gibi görünür taşmak. Oysaki unutulur. Patlama gibi şok etkileri yaratmaz. Belleklere kazınamazsınız, her zaman sizden kaçmak için zamanları vardır. Koşarak kaçarlar!

Güç bela içeceğe uzanmaya çalıştım. Tam o anda kız içeceği aldı etlerin üstüne döktü. Etler cız etti. Anlamsız bakışlarla kıza baktım. Bana bakmadan boş kupayı ahşaptan kalın tepsiye geri koydu. Çıktı gitti. Öksürmeye başladım. Nefesim kesildi, tabak kırıkları mideme gidiyordu, her tarafı birbirine katarak. Daha güçlü öksürdüm. O anda yeşil gözlü ile içeri giren ikinci genç kadın bana baktı. O gitmemişti. Yaklaştı. Korkmaya başladım bu kez. Sandalyemi o adım attıkça iteledim masanın soluna doğru. Fark etti. Daha çevik bir hamle yaptı. Kaçamadan sırtımı tuttu, sertçe vurdu. Ani bir refleksle masaya kan kustum. Son anda kaçmak isteyen ruhları gördüm. Kanların içinde yansımaları. Tanrılardan biri masadaki peçeteyi aldı, yüzünü sildi. Yetmedi bir peçete daha aldı. Kızgın kızgın bana baktı sonrasında. Peçeteleri elinde bastırdı, yuvarladı önüme attı. Genç kadın sırtımdan elini çekti. İğrenerek, söylene söylene peçeteleri önümden aldı. Elinizi tekrar sırtıma koyun! Lütfen! Eliniz yüreğimin tam arkasında. Duru, bembeyaz eliniz. Tombul ve hep ojeli olan parmaklarınız. Parmaklarınızın arasına yerleşen sigaranız. Konuşurken aniden susmalarınız… Susmalarınız sigara çekişlerinize denk gelir. Arabeske kaçan nağmeler arasında aseton sinerken duvarlara, odanıza geldim. Sizi görmedim. İstesem de göremezdim ki. Gözlerim bağlanmış. Siyah bir kuşak geçirilmiş üstlerine. Düğümlenmiş sıkıca, saçlarımın üzerinden. Tek bir düğüm değil, dört beş tane sıkı sıkı düğümler atılmış. Açmam mümkün değil. Kördüğümleri ojeli parmaklarınızla açamazsınız. Lütfen açmayın! Tek isteğim karanlıklarda kendimle kalmaktır. Tek istediğim kendi kendime, kendi içimden geldiği gibi kendiliğinden olan her şeye şaşa kalmaktır. Bu kendilikler içinde gelip her şeyi bozmanız olacak şey miydi? Zirvelere çıkarken üzerimden çıkardığım her şeyi üzerime oldurmaya çalışıyorsunuz. Çalışın! Gene içimdeki zirvenize çıkarken hepsi patır patır düşecek, yağmur zambaklarına takılacak, saplarına tutunacaklar. Kalbimin odaları ellerinize yapışacak gene iğrenerek ellerinizi silkeleyeceksiniz. Bu böyle sürüp gidecek. Beni her seferinde iyileştirmenizi bekleyeceğim. Bir kere öpmek için boynunuzdan yollara attığım dudaklarımı var gücümle yerine bastıracağım. Sırf sizin için! Öptükten sonra boynunuzdan hiç kimse için bir daha kullanmayacağım o dudakları. Ona buna ısmarlamayacağım. Kozalanacaklar boynunuzda, bakire kalacaklar… Affedin!  Hevesim kaçtı. Masayı silin ve gidin!

Tepeye oturmuş pamuk şeker yiyordum. Tepeye oturmuş manzaraya bakıyordum. Tepeye oturmuş ve özlemiştim. Tepeye oturmuş ağlamaklı olmuştum. Ben hep tepeye oturdum. Zirvelerle işim olmazdı o zamanlar tepelerle yetinirdim. Ah ben o zamanlarda kıskanç falan da değildim. Çekebilirdim herkesi, mutlu olmalarını isterdim, hasetlik yoktu hiçbir yerimde. Yollarda kaybolmayı severdim. Bir yokuştan aşağı indim, sağa sola sonra iki kere daha sağa derken kendimi bir hastane önünde buldum. Hastanede kayboldum. Ya da kaybolmak istemiştim. Anne neredesin? Anne! Biliyorum hastanede olduğunu! Çık oradan! Orada kaybolamayız! Bilirsin bu hastaneden ne kadar tiksindiğimi. Neler neler aramıştım boş koridorlarında da sadece bulduğum bir tost bir meyve suyu. Çık gözünü seveyim anne, evde yetiştirmem gereken fizik ödevim var. Tabii ki annem o hastaneden çıkmadı. Biz hepimiz, tüm ahali oturduk ve gülüştük. Yüz çizgilerimiz belirginleşti, gamzelerimizin çukurları git gide derinleşti. Ve bekledik. Sonsuz bir bekleyiş içine girdik. Ben pamuk şekeri düşündüm. Pamuk şekerimi alıp tepeye gitmek istedim. Tepeye gidelim hadi kavga çıkaralım. Karşı manzaraya bakalım uzun saatler boyunca. Hayat hikayemi yaz tam o tepede. Her yerin sen koktuğu hayat hikayelerim de vardı. Kokusuz kokunu severdim. Şans işte! Her şey şanstı! Sen de bir şanstın! Hangi ara gittim de o kumarı oynadım bilmiyorum. Biri benim yerime oynamışsa o kumarı iyi ki de oynamış derim hep. Bedeller ödeyerek oynadığım kumarlar oldu mu? Evet, oldu! En büyük sorun şu ki “Kazandım mı?” hiçbir zaman bilemedim. O nedenledir ki, senin için oynadıkları her kumar korkutur beni. Açık konuşayım ki sana anla beni. Mor boyalı tepside hiç çay taşımadım. Boyadım, vernikledim sonra bizim mutfaktaki ekmekliğin üzerine koydular. Tepsinin üzerine de peçeteler konuldu. Amacına hizmet etmeyen bir tepsi. Bir gün gelecek çöpe atacağım, görürsün bak yokluğu bile fark edilmeyecek. Pembe yaldızlı kutuyu da atmak istedim, biliyorsun. Hiç beğenmedim. Ne boyasını, ne verniklerini. Kat kat boyalar gözümü yoruyor her baktığımda. Yeni bir kutu alabiliriz. İnsaflıysan sen de bir tepsi al bana. Koy çayımı getir. Yanında da kıtır kıtır yenen ilaçlar…Tanrıların masasına gelmediğin için şaşırmadım. Özüne döndün. Ne tepsi aldın, ne çay koydun, ne de ilaçlarımı getirdin. Özgürleştin! Tutsaklaştım!

Masaya yemek dışında gelen bir şey yoktu. Gitgide işkenceye dönüşen hal almaya başlayan sohbetler kulaklarımı tırmalıyor, boynum ise gelen gidene bakmaktan “dur n’olursun” sinyalleri vermeye başlıyor. Boş gözlerle etrafa bakarken bir adam gördüm. Uzun boyluca, uzun saçlı. Yaşlanmış, siyah beyaz saçları var. Elinde yemek yoktu. Belki de sadece sohbet için gelmişti. İlgisiz kalmaya çalıştım. Yapamadım. Burnuna baktım, çıkıntılı uzun burnuna sonra kaşına gözüne. Eline geldiğinde bir plak gördüm. O an çok merak ettim. Plağı tabağıma koyup “Buyur ye hadi!” demezler değil mi? Plak frizbi gibi uçar pikaba, yerini bulur ve usul usul çalar. Hangi müzik olduğu kimin umurunda gerçekten? Cayır cayır yanan cazlar dinleyebilirim. Tanrıların seslerinden kat kat daha iyidir. Adamın bakışlarını üzerimde yakalamaya başladım. Bana benzediğini anlamıştı o anda. Kendi doğumuna küfür etmeye başladı aniden. Beni becerebilmek için “Otobüse doğru zamanda gene binebilir miydi?” bir düşündü. Çok değil 20 yıl öncesinde kalkan otobüse yetişmesi gerekiyor. Bilet alacak, bileti yanacak, ömrü yolculuklarda geçecek ancak benden hiç vazgeçmeyecek. Kadınlar tarafından becerildiğinde hep beni düşünecek, keyiflenecek. Belki bu masaya sizi müziğimle şenlendirmeye geldim ayağına pazarlık yapmaya gelmiştir. “Beni şöyle 20 yıl öncesinde anamın rahmine dölleyebilir misiniz?” Aşık oldum çünkü. Tutkulu bir aşk benimkisi. Tutkunun içine bir dolu dokunuş sığar. Dokunuşlarım cayır cayır yanan cazlardan, Flamenkolara doğru. Ben bu kızı da hep Flamenko çalarken düşündüm. Ayağını diğer dizinin üzerine atar, eline gitarını alır, bileğini çıkarır, başparmağı ile telleri sarsar ve ben mest olurum. “Ee ne diyorsunuz? Daha fazla yaşamak değil, sadece 20 yıl önce doğmak istiyorum.”

Ben düşündüm. Kendimi ve adamı. Plağı pikaba doğru götürdü, yerleştirdi. Ben düşündüm. Plaktan cızırtılar geldi. Ben düşündüm. Hah! Müzik gelmeye başladı, adam açtı yavaştan sesini, herkes sustu. Bu sefer ben gürültülü düşünmeye başladım. Ben bu adam için iki bacağımı açar mıydım? Dudağımın kenarından öpmesini ister miydim? Zevk sularım akar mıydı? Adamın ruhunu sevebilirim. Ruhunu severim, bedeni iğrendirir beni. Ruhunu alıp başka bir bedene koymasını isteyebilirim tanrılardan. Üç aşağı beş yukarı aynı şeyleri istiyoruz. Birbirimizi istiyoruz aslında! İstiyoruz ama aramıyoruz. Aramak  zirvelere doğru yapmam gereken yolculuklar gerektirir. Ancak istediğim kendiliği bulamam. Adamın yerinin kıvrımlı yollar olduğunu düşünür, umursamam.

Yaşayabileceğim yüzyılın yüzünü bu masada tüketmek ruhumun içinde bir şeyleri kıpırdattı. Tanrının birine dik dik baktım. Önümdeki her şeyi kenara itekledim. Üst üste koydum tabakları. Kaseleri de gelen geçenin eline tutuşturdum. Kağıt ve kalem istedim. Olanı biteni anlatıp gideceğim artık. Tanrılardan biri elini şıklattı. İçeriden gelen genç bir çocuk üç kağıt ve bir dolma kalemi önüme koydu. Teşekkür eder gibi başımı salladım. Yazmaya başladım.

Baba,

Filozofları bulamadım. Onların yerlerinde oturanlar, senin benim bizimkilerin inanmadıkları, inansalar bile kıçlarını kaldırıp ibadet etmedikleri, ibadet etseler de gidecekleri yer çoktan belli olan tanrıların masasıdır. Bu masaya gelmeni ve beraber kahvaltı etmeyi nasıl isterdim bilemezsin. Gelemezsin. Çoktan öldün. Eğer sen de bana mektup yazıp yolladıysan elime ulaşmadı bil. Ben de sana ulaşmayacağını bile bile bu mektubu yazmak istedim. Yaşasaydın eğer bu masaya gelmezdin değil mi? Gelseydin de konuşmazdın. Az önde pikaptan “Gipsy Kings” çaldı aklıma geldin. Pikabın yanında da bir ayna vardı. Tam karşı açıdan kendimi gördüm aniden. Sana ne kadar benzediğimi fark ettim gene. Bunu senin yanındayken fark edemezdim ki. Başka diyarların başka köşelerinde bana bakan garip gözlerin gölgesinde sadece…Neyse ki ruhlarımız benzememiş. Ruhlarımız tam bir savaş halindeymiş. Birbirlerini öldürecekler, rahata ereceğiz. Baba, bu masaya kimler kimler geldi. Kimseyi tanımazsın. Hiç anlatmadım sana. Anlatsam da geçiştirirsin. Kelimeleri boğazıma dizersin teker teker. Sen hayatını tasarlarken tanrılarınla beraber kim ağzına mühür bastı hep merak ederim. Benim sessizliklerimi bastıracak tarzda gürültülü sessizliklerin oldu hep. O sessizlikler beni çileden çıkardı. Sokaklara çıktım. Ağzında bülbül olanları aradım tüm hayatım boyunca. Sen bana asla dokunmadın. Sokaklara çıktım. Orospuluklar yaptım orda burda. O da olmadı bu sefer bir sonraki hayatımda köpek olmak istedim veya bir kuş. Sen okuldan çıkarken yoluna çıktım, başımı okşadın. Yolda yürürken omzuna kondum, gagamı öptün. Hapishanedeki hücrende yatarken gece uğuldayan baykuşun da oldum ama baykuş seven kadını hiç bilmedin. Baba sen öldükten sonra kütüphanendeki tüm kitapları kendi kütüphaneme taşıdım. Tüm kitaplarını okudum. Konuşsaydın eğer bu şekilde konuşurdun herhalde diye tahminler ürettim, kitapların yanlarına notlar aldım. Gene de tatmin olmadım. Huysuz da bir adamdın ya baba. Beni en çok sevdiğin zamanların evde sen gelmeden sana çay demlediğim zamanlar olduğunu bilirim ama ben, beni en çok sevdiğin zamanların yalan üstüne yalan söylediğim zamanların olmasını isterdim. Yalan söylediğimi anladığın anda gelseydin sarılsaydın ya bana. Ah be baba! Sen beni anlamadın diye ben hasta da oldum ya hani. Geceleri gündüzlere kattım. Korkudan tir tir titredim. O an yanımda olsan her şey geçerdi belki. Sen kabullenmedin ya beni, ben de inada bindirdim. İçimdeki zirveleri bilmezsin ki sen. Kaç kişi için çıkıp indim ben o zirveleri. Kaç kişiye aşık oldum bilmezsin hiç. Öğrendiğinde bir gün, hatırlar mısın evde oturup sen ben annem, “kumandayı” aldık film açtık izledik sakin sakin. Hatırlamadın, hayatımın en güzel günüydü oysaki. O bir ay. Seni affetmeye başladığım o bir ay. Baba, bu masaya daha çok kişi gelip gidecek. Ben de bu mektubu daha fazla uzatamam. Sen yeni bir hayata başlamak için eskisini geride bıraktın. Beni geri bıraktın çoktan. Sana kaç yıl bağışladılar bilmiyorum. Kaç çocuğun olacak onu da bilmiyorum. Her neyse sonuçta doğduğumuz anda birbirimizi hatırlamayacağız. Ne zaman ki bu masada oturursun belki o zaman mazilerin konusu açılır, teker teker hatırlarsın. Kim bilir baba, çayını belki ben getiririm.                                                                                                                                                                                                                                                                                                                        Kızın

Mektubu zarfa koydum. Önce tanrılarımı sonra masaya gelenleri teker teker selamladım.

Hiçbirinizi unutmadım ve hepiniz unuttum. Hoş geldiniz, Güle Güle.

Loading

Sosyal Ağlarda Paylaş:
Önceki Yazı

OYALI DANTEL / GÜLŞAH DEMİRCİ

Sonraki Yazı

YOLCULUK / DEMET EŞMEKAYA SELÇUK

post-bars

"TANRILARIMIN MASASI / BİLGE ECE ÜREK" hakkında bir yorum

Baran Arslansays:

Genç bir kaleme göre oldukça iyi çalışılmış çok güzel bir öykü. Yazarı kutlarım.

Yanıtla

Bir Yorum Yapın