KIZILDERİLİ VE BEN / M. GÖKHAN ÜVEZ
Onca seçenek vardı önümde, ben ölmemeyi seçtim. Ha bir de ince belli bardaktan çay içmeyi. Sabaha karşıydı. Dışarıda eksi onlarda bir hava vardı ve evin tüm camları açıktı. Dedi ki bir yaşlı Kızılderili: “İşte bunların hepsi o son bira yüzünden!” Dedim ki: “Kızılderili… Siktir git başımdan!” Bana şöyle bir baktı ve nefesimin buğusuna karışıp kayboldu.
Yarı çıplak, elimde sigara gittim camın önünden sokağa baktım. Kar başlamıştı. Kar hep başlardı zaten. Kar kristallerinden birini ağzıma alabilmek için, tuhaf bir gayretle pencereden dışarı sarkıp, başımı gökyüzüne çevirdim. Oynak kristaller yüzümün her yerindeydi; ağzım hariç.
Bu saatte dışarıda gezen bir komşu: “Sonunda kopardı kayışı” bakışıyla geçti evin önünden ve tam o anda dilimin üzerinde bir ıslaklık hissettim. Sonunda bir kar tanesini yakalamıştım. Bir saniyelik zafer anının tadının damağıma yapışmasıyla beraber Spartalı bir komutan edasıyla içeri girip, bir bira açtım. Soğuk iliklerime kadar işlemişti ve gecenin demini almasına daha saatler vardı.
Karanlığın içinden ensemdeki tüyleri ayağa kaldıran tanıdık bir ses: “Nereye gider la bu hikâyenin sonu?” diye sordu. “Ebenin amına Kızılderili” dedim. Sonra “Bak!” dedim “Akıllı ol!” Kızılderili bir kere daha baktı suratıma ve içinden “Deli la bu” diye düşündü. “Düşündüğünü duyuyorum Kızılderili!” dedim. Kafasına taktığı kartal tüyleri ürperdi, gördüm.
Kızılderili’nin içinden geçerken bir sigara daha yaktım. “Koduğumun halüsinasyonu” diye söylenerek çakmıştım çakmağı. Çakmağın çıkardığı sesle sigaramın tutuşmaya çalışırken çıkardığı ses dışında, zihnimin içinde onlarca big-bang oluşmaya başladı. Her bir patlama yep yeni öyküler yaratıyordu. Milyarlarca seçenek vardı önümde ve ben bu hikâyeyi seçtim. Hep o Kızılderili yüzünden.
***
Mozart ya da Bach çalıyordu emin değilim. İkisinin de yeri ayrı. Mutfakta tek başıma ourup bir şeyler yazmak niyetindeydim. Bütün bir şehir uykudaydı ve ben karalamaya başladığım anda şehrin elektriği ansızın kesiliverdi. Söve söve kalkıp dışarı attım kendimi. Bir sokak köpeği bulup, bit, pire, kene artık bahtıma ne çıkarsa diye sarılıp yattım. Size yalnız yatmayı sevmediğimden bahsetmemiştim tabi. Genelde sabahları uyuyup geceleri yazıyorum sırf bu yüzden. Bu güne dek hiçbir sevgilimle de gece sevişmedim. Boktan bir huy ama gece ya onlar sarhoş oluyorlar ya ben. Kadınların sarhoşluğu çekilecek dert değil. Ya en heyecanlı yerinde sızarlar, ya sağa sola kusarlar, hiçbiri olmadı eski sevgilisi yüzünden salya sümük ağlarlar. Başına gelen bilir.
Bir keresinde, akşam bir ufağı birlikte devirdiğim bir sevgilim olmuştu. Kızılay’dan Dikmen’deki evine ulaşana kadar her çalı dibine kusmuştu. İğrenç bir geceydi. Evime ulaştığımızda elimden yatağına yatırıp uyutmaktan başka bir şey gelmemişti.
Yine bir keresinde benim Kızılderili’yle konuşuyorduk. İkinci üçlüden sonrasıydı sanıyorum. Geldi karşıma oturdu bu. Avrupalı barbarların koskoca bir kıtanın içine nasıl ettiğinden bahsedip durdu. Beyaz Adam dedikleri bu barbarların, ormanlarını nasıl katlettiklerini, doğanın ruhlarını, manituyu falan nasıl kirlettiklerini, cacık kıvamında dinledim. Ben de bizim Uzun Adamdan ve yaptıklarından bahsedecekken sustum.
Tam çakmağı çakıp üçüncü üçlüyü yakacaktım ki elime sarıldı: “Yapma” dedi. “Niye” dedim. “İkinci üçlüden sonra ben geldim, üçüncüden sonra kabile gelir. İster misin?” diye sordu. Hak verip yakmadım ama gidip bir bira açtım kendime. Geçip masaya oturdum. Bir sigara çıkarıp yaktım. Bu da tam karşıma oturdu. Sabaha kadar bir ton bıdı bıdı yapıp durdu.
Gün ışırken sızmışım. Öğlene doğru uyandığımda her yerim tutulmuştu. Çalıştığım şirketten aradılar. En kısa zamanda muhasebeye beklediklerini söylediler. Siktiri çekip kapattım. İşimi kovmuştum.
Bir defasında da İstanbul’da boğaza bakan bir mezarlıkta, mezarlığın bekçisi Sabahattin’le içtikten sonra başıma fena bir ağrı saplandı. “Migren lan bu. Ağrı kesici var mı sizin burada?” dedim Sabahattin’e. Sabahattin o sırada “Müslüm Baba” havasındaydı. O da benim gibi gececi olduğundan mezarlıkta bekçi olmuştu zaten. Bu yaptığı hayatının hatasıydı aslında. “Bu kadar tinercinin balicinin fink attığı bir mezarlıkta içersen “çizerler kestaneni” dedim, “ziyan ederler oğlum seni” dedim, dinletemedim. En sonunda dediklerim çıktı, karaciğerinden başlayıp, böbreğine kadar verdiler eline Sabahattin’in. Şimdi uslu uslu uzanmış yatıyor ööle. Mezarının başında içerken olanı biteni anlatıyorum. O ise ölümünden sonra en çok koyan şeyin karısının, kardeşiyle dost hayatı sürümesi olduğunu söylüyor. “Boş ver” diyorum, “Hayat bu, insanın başına gelen her şey kendi hatasından olmuyor. Kendisi yeteri kadar orospu zaten” “Hayat” diyor Sabahattin, “Yaşarken bir halta benzetemediğin anıların, son nefesteki muhasebesi zaten. Hadi bi fırt daha!” Ölü mölü ama çoğu benim diyen diriden efendi hâlâ Sabahattin.
Sonuncu keresinde de -gecenin bir saati yine- radyoda Lennon’dan “Imagine” çalıyordu. Meryem ile-benim masada tabii- dünya meselelerini konuşuyorduk. Kadıncağızın, oğlunun öldürülmesinden sonra çok acı çektiğini her halinden anlayabiliyordum. Evlât acısı bu kolay mı? Ben de bizim cumartesi annelerini, şehit annelerini düşündüm ona bakarken ve içimden bir parça koptu sandım.
“Düşlerin yüzünden oluyor bunlar” dedi bana Kızılderili. “Git çektir kurtul” diye de ekledi.
“Bir Freud kalmıştı girmediğin” dedim.
“Dalga geçmiyorum” dedi “Hemen şimdi gidiyoruz kalk hadi, bizim kabilenin düşçüsü iyidir seni ona götüreceğim”
Gecenin bir saati düşlerimi çektirmeye, düşçüye gittik.
“Çek” dedim hepsini, ikiletmedi. Yirmilikler önce gitti, sonra sırasıyla teker teker çekti tüm düşleri. Acısı dayanılır gibi değildi ama başka türlü de yaşamak mümkün değildi. Kabilenin yanından ayrılırken Kızılderili beni uğurlamaya yine benim eve kadar geldi. Dedim:
“Sen git artık, bedenim, beynim her yerim sızlıyor, uyumam lâzım”
“Bundan sonra pek görüşemeyeceğiz zaten” dedi bana.
“Yok lan” dedim. “Kokma sana dokundurtmadım. Birilerinin yaşamıma ve neler yaşadığıma şahit olması lâzım. Bırakmam seni”
Bir mızrak kadar keskin ve bir ok ucu kadar delici bakışlarını üzerimde hissetmeye başladım. Küfür eder gibi bakıyordu bana. Bakışlarından anladığım kadarıyla aşırı egoist biri olduğumu düşünüyordu tüylü dallama.
Olduğum yerde sızmak üzereyken, koca şehir yeni uyanmaya başlamıştı. Sabah ezanı, tüm kentin üzerine tatlı bir sisle birlikte çöküyordu. Eminim manzara da çok güzeldi ama ben, olduğum yerde çoktan uyuyup kalmıştım.