AVUCUMDAKİ SÜT / ESRA AKTAŞ
Salondan yükselen kahkaha sesini bastıramayan zili duyup kapıyı açtım. Kuryeden gelen paketi, topuklularıma ve paketin ağırlığına rağmen itinayla taşıyıp mutfak tezgahının üzerine özenle bıraktım. İçerideki kahkahalara eşlik eden eşime seslendim. “Tarıııık bakar mısın?” Mutfaktan kafamı uzattığımda salondaki sohbetten taşan kocaman gülümsemesi yüzünde, Tarık ile göz göze geldik. Kapıyı işaret ettim. Ödemeyi yapıp, en keyifli haliyle mutfağa geldi. Yan yana durmuş, heyecanla açtığımız pakete bakıyorduk. Kıvır kıvır sarı saçlarıyla, omzunun üzerinden elindeki balona bakan bir kız çocuğu figürü oturuyordu pastanın üzerinde. Figürün hemen yanında “Lâl 1 Yaşında” yazıyordu. Figürü yapmaları için Lâl’ in aynen böyle bahçe merdivenlerine oturmuş balonuna bakan fotoğrafını göndermiştim onlara. Bu kadar benzeyeceğini ummuyordum, yapabilmişlerdi. Annemin çeyiz sandığıma dantellerimi dizdiği gibi mumları tek tek özenle dizdim üzerine. Mumları dizerken Tarık omzumdan uzanıp içindeki coşkuya amade, yanağımdan öpüp salona geçti. “Sen Lal’ i al. Ben hemen geliyorum” dedim arkasından. Pastayı kutusundan çıkarıp sunum tabağına yerleştirdim. Yerleştirirken nasıl yaptığımı anlamadan pastanın küçük bir kısmını parçaladım. Panikle o parçayı tekrar yapıştırmaya çalışıp, görüntüyü bozmayayım dedim ama elim ayağıma dolaştı, daha da berbat ettim. “Neyse, en azında görünmeyecek bir yerinden parçalandı” diye kendimi avuttum. İçindeki krema elime bulaşmıştı. Elimi lavaboda yıkarken, musluğun altından akan krema bana iki gün önce kızımın avucumun içine kustuğu sütümü hatırlattı. Boğazım düğümlendi, yüreğim yine pır pır etti. Dur dedim şimdi bunların sırası değil. Sen bir aydır her detayı düşünerek bu güne hazırlandın. Yapma! Kızım büyüyüp fotoğraflara baktığında bugün nasıl da mutlu olduğumuzu görecekti. Her yıl bu yenilenecekti. Ona, her doğum gününde güzel anılar biriktirecektik. Kafam tüm hızıyla iki, üç, dört yaş doğum günleri için yapacağım hazırlıklara ait kareler üretmeye başladı. Boğazımdaki düğüm çözülmüş, makyajım akmadan kendimi toparlamıştım. Elime pastayı alıp, topuk sesimin etrafa duyurduğu öz güvenimle en tatlı gülümsememi yüzüme yerleştirdim ve girdim salona.
Tüm sevdiklerim, iyi ki var dediklerim; hepsi karşımda, heyecanla bana bakıyorlardı. Lâl kucağımda, Tarık ile birlikte pastayı üfledik. Mumların sönmesiyle kafamı pastanın üzerinden kaldırırken, bir anda hastane koridorunda yere çökmüş, beynimin patlamasını önlemeye çalışan ellerimin arasına aldığım kafamın önünde beliren beyaz önlüğe, başımı güç bela kaldırarak baktığım anda buldum kendimi. Telaşla toparlanıp doktorla birlikte odaya girdim. O hastane odasında umudum, doktorun dudaklarının arasından çıkan ‘ufff…’ ile askıda kalmıştı. Tam da pastayı üflerken, o ‘uff’ zihnimde patladı. Perdeyi aralayıp göz ucuyla tekrar bir umut baktım bebeğime. Son iki saatte dokuz kere kusmuş olan bebeğim yarı baygın, sapsarı yüzü ile acı içinde uyuyordu. O an farkettim ki; hiçbir bebek, herhangi bir hastane yatağını dolduramazdı. Hiçbir hastane yatağı, bir bebeğe uygun olamazdı. Üfleyince yok olur umudumla pastanın üzerinden kafamı kaldırdığım anda kucağımı dolduran kızımın yüzüne baktım. Alkışlardan şaşkın, mahcup boynuma sarıldı. Odayı dolduran kahkaha sesleri ve ardından umut dolu bakışlarımızı ölümsüzleştirme telaşıyla kestik pastayı. Tek tek dilimlere ayırdım sevgimi, mutluluğumu. Paylaştırdım, ikram ettim sevdiklerime. Benimle birlikte tadına varsınlar istedim. Pasta güzeldi, ağzımızın tadı yerindeydi. Kızım kucağımda, eşim yanımda, en sevdiklerim karşımdaydı. Tarık’ı görmek istedim o an, bir kez daha göz göze gelip konuşmadan anlaşmak istedim. O bakış evliliğimizin mührüdür, varlığı güven, huzur tazeler. Bir gün evvel o hastane odasında, doktorun cümlesini bitirmesiyle, birbirimize baktığımız ve yapılması gerekenin Tarık’a düştüğü an gibi… O an kalbimde pır pır kanatlanan kuş, ağzımı açsam uçup kaçacakmış gibi gelmişti de söz Tarık’a düşmüştü. Tarık’ın ‘Peki Doktor Bey bu, endişelenmemiz gereken bir durum mu?’ sorusu ile yüreğimde pır pır eden o kuş sanki bir bataklığa saplanmıştı. Fakat şu anki gerçeğim buradaydı evimin salonunda. Hastane odasından sakince çıkıp evimin salonuna geldim.
Fotoğraflar çekildi, sohbetler edildi, hediyeler verildi. İyi dilek ve temenniler bir bir kalbimde çiçeklendi. Herkes birbiriyle sohbet ederken uykusu gelen bebeğimi emzirmek üzere odaya geçtim. Kucağımda huzurla uykuya geçen kızımın yüzüne uzun uzun baktım. Baktıkça huzurla doldum. Şükür, onun huzurlu uykusunda anlam buluyordu.
Lâl’in üzerini örtüp misafirlerimin yanına geçtim. Herkes sofranın birleştirici gücüyle mayalanmış sohbetin keyfinde, huzurlu tebessümleriyle anın tadını çıkarıyordu. O anı ben de paylaşmak istedim, hevesle yanlarına yaklaştım. Pastanın lezzetinden, üzerindeki süslemenin benzerliğinden, kendi çocuklarının ilk doğum günlerinden ve hatta sonrakilerden bahsettik. Herkes için son derece sıradan olabilecek fakat benim asla yanıtlamak istemediğim o soru, sorulmuştu. ‘Lal’in tahlil sonuçları çıktı mı?’ Etrafımdaki herkesi inandırırsam ben de inanabilirim umudumla gayet olağan, her şey yolunda tavrımı takınıp ‘Bugün beşte çıkacakmış. Doktor çıkınca bizi bilgilendireceğini söyledi.’ dedim. Cevap verirken dilim döndükçe sanki yüreğimdeki o kuş daha çok çırpındı, sanki dilimdeki her darbeyle o bataklığa daha çok battı. O battıkça içime bir ağırlık oturdu. Anne yüreğiydi bu. Fazla evham yapıyordum, mantıklı düşünemiyordum, hislerime kapılıp korkuma boyun eğmemeli, kötüyü çağırmamalıydım. Onlar çoktan başka konuya geçmişken tebessümle yanlarından ayrılıp masayı toparlamaya başladım. Usulca süzüldüm mutfağa, topladıklarımı taşırken Tarık belirdi yanımda. Başını uzatıp gözümün içine baktı. Gözünün içine baktım, gözümde yaş olmadığını görsün diye. ‘Lal uyudu mu?’ diye sordu. Ben onun ‘Her şey yolunda mı? Gözünde bir hüzün gördüm.’demek istediğini anladım. ‘Evet, uyudu. O uyurken şuraları halledeyim istedim.’ dedim. O da ‘Merak etme, iyiyim. Her şey yolunda.’ demek istediğimi anladı ve rahatlamış ifadesiyle misafirlerimizin yanına geçti. Lâl uyandı, kahveler içildi, büyükler Lâl ile, Lâl çocuklar ile oynadı ve son misafiri de kapıdan geçirirken günün önemini sonlandırdığımızı sanmıştım.
Saat beşe geliyordu. Telefon çaldı. Arayan Lal’in doktoruydu. Tahlillerin çıktığını, yüz ifademi görmeden bana bir şey söylemek istemediğini, nöbetçi olduğunu, müsaitsek yüz yüze konuşmak istediğini söyledi. Doktora sadece ‘Ne oldu?’ diye sordum. Yuvarlak, ezber cümlelerle beni rahatlatmaya çalıştı. Telefonu kapattım ve kırk dakika sonra dar, temiz fakat havasız doktor odasında Tarık ile yan yana oturuyorduk. Tarık heybetli yapısına rağmen doktorla benim aramda sıkışıp küçücük kalmıştı sanki. Onu ilk defa bu kadar savunmasız ve aynı zamanda bu kadar dirayetli görüyordum. Doktor ‘Bu kadar çabuk gelmenizi beklemiyordum.’ diyerek yumuşak bir giriş yapmaya çalıştı gülümseyerek. Nafile! Avını gözetleyen kaplan gibi ağzından çıkacaklara odaklanmıştım. ‘Kızınızın kan sonuçları çıktı. Sonuçlar bizim istediğimiz gibi değil.’ dedi. Ne anlamam gerektiğini anlayamamıştım. Bir süre boş boş baktım öylece yüzüne. Doktorun dudakları hareket ediyor, gözlerini gözlerimden ayırmadan bir uğultu içinde bana anlatmaya çalışıyordu. Kafamın içinde hep aynı cümle dönüyor, doktora odaklanamıyordum. ‘Sonuçlar beklediğimiz gibi değil.’ O sırada doktor Tarık’a bir kağıt uzattı, Tarık da bana. Elime aldığım raporu okurken ancak Yeşilçam filmlerinde olabilecek isim karışıklığını aradım. O rapor dünyanın en karışık raporuydu ve ben ad-soyadı kısmını bir türlü bulamıyordum. Birden buldum ama nasıl muhtacım orda başka bir isim görmeye. Başka bir isim değildi. O anda doktorun ‘Ancak bu tedaviden sonuç alamadığımızda çok umutlanmayın, uzun yıllar yaşayamayabilir.’ dediğini duydum. Kulaklarımdan giren ses beynimde sekiz başlı bir deve dönüştü, göğsüme elini sokup ciğerlerimi aniden söküp almıştı. Hastane odasının gelişmiş havalandırma sistemine rağmen neden ferah olamadığını o an anladım. Aniden ayağa kalktım, ayaklarımın hala beni taşıyacak güçte olmasına hayretle, önce durup bacaklarıma baktım. Sonra Tarık’a durmasını işaret ettim. İki adımla kapıdan çıkabilecektim, başardım. Koridor genişti, duvara yaslandım, tüm gücümle havayı içime çektim. Bir anda yer ayağımın altından kaydı, tavandaki lambalar yere aktı.
Gözlerimi açtığımda sedyede yatıyordum. Göğsümdeki acıyla uyanmıştım, çok kötü bir şey olmuştu. Birden zihnime akın etti doktorun söyledikleri. Tedaviye cevap vermezse çok uzun yaşayamayabilir demişti. Göğsümdeki acı bu cümle ile içimdeki ormanı yaktı. Gözlerimi kapattım, geri açtım. Tarık yanımdaydı, arka arkaya ‘İyi misin?’ diye soruyordu. Etrafıma baktım. Acildeydik. Tarık hızla yanımdan ayrıldı. Giderken kabinin perdesini açık bırakmıştı. Yanımdaki sedyeye baktım, cam kabin içindeydi. Tarık’ın gelmesini beklerken doktorun söylediklerini tekrar tekrar zihnimden geçiriyordum. Ne kadar zaman sonra bilmiyorum yanımdaki sedyeye altı yedi yaşlarında saçları dökülmüş, yüzü maskeli bir kız çocuğu kucağında, o anne girdi. Hemen ardından da baba. Anne çocuğu sedyeye yatırırken yeni doğan bir bebeği yatırır gibiydi. Çocuk bitkin ve sapsarı görünüyordu. Gözleri yarı baygın, kıpırtısız ve asla dolduramayacağı o hastane yatağında yatıyordu. Annenin yüzünde çok derin bir korku, keder ve bilge bir bilinç vardı. Tükenmiş, yorgun görünüyordu. Çok korkuyordu ama kaygılı değildi. Gözündeki ışık sönmüştü ama her haliyle meydan okuyan bir tavrı vardı, acı çekiyordu ama aynı zamanda çok da güçlüydü. Doktorla olaya hakim bir tavırla son derece sakin konuşuyordu. Aynı olaya hakim ve sakin tavırla doktorun çocuğu muayene etmesini bekledi ve ardından doktoru pür dikkat dinledi. Onu gözlerimi kaçırmadan, alenen izledim. Beni hiç farketmedi. Yanına yaklaşıp dinlesem yine farketmezdi çünkü o başka bir dünyada başka bir mücadelenin direnişini veriyordu. Yapması gerektiği gibi…
Hemşireyle birlikte Tarık içeri girdi. Perdeyi kapattı. Hemşirenin onayıyla gitmek için doğruldum ve ayağa kalktım. Hiç şüpheye düşmeden; ‘Tarık!’ dedim ‘Çıkıp doktorla tedavinin seyrini ve detaylarını konuşmalıyız. Hadi…’
‘Sen kaldırabilecek gibi değilsin yarın konuşuruz’ dedi.
‘Hayır!’ dedim.
‘O daha bir yaşında ve kaybedecek bir günü dahi yok.’