SIZI / DEMET EŞMEKAYA SELÇUK
Babamın küçük bir kasabaya tayininin çıkması ile başladı her şey. O zaman ilkokul beşinci sınıfa gidiyordum. “Kuş uçmaz kervan geçmez bir yer. Oraya gidersen okulu, şu olmayı, bu olmayı unut” dedi babam. Annem ikircikli davranıyordu, bir yandan mutlaka yatılı okula gitmem gerektiğini söylüyor, bir yandan da, “nasıl yapacak bilmem ki, kolay mı yurtlarda bir başına” diyerek ahlanıp vahlanıyordu. İkircikli hal bende de vardı, ailemden ayrılmayı düşününce kalbim ağrıyordu ama okula gitmemeyi de hiç düşünemiyordum.
Okulların kapanmasına iki hafta kalmıştı, babamın da en geç bir ay sonra yeni görev yerine gitmesi gerekiyordu. Okulun son günü salya sümük ağladığımı anımsıyorum. Ne beni almaya gelen annem, ne öğretmenim, ne sıra arkadaşım kimse beni sakinleştirememişti. Onlar bir şeyler söyledikçe benim ağlama hızım daha da artıyordu. En son annem de ağlamaya başladı, “Gözlerin kuruyacak yeter, kurbanın olayım yeter” dedi de uluyarak ağlamayı kestim.
Annem yumuşak karnımdı benim, onu üzmekten çok korkardım. Annemin çocuk aklımla çok da anlamlandıramadığım hüzünlü bir yanı vardı. Bir yanı hep acı çeker gibiydi. Bir gün en doğru soruyu bulduğumu düşünüp, “Anne mutlu değil misin?” diye sormuştum. Bana bu soru karşısında öyle sıkı sarıldı, öyle güçlü hissettim ki parmaklarını tenimde, onu ittirme ihtiyacı duydum. Rahatsız olduğumu anlayıp, gevşetti kollarını ve kulağıma, “Senin gibi bir çocuğum varken, ben nasıl mutlu olmam” dedi. Çok da tatmin olmamakla birlikte, bu defa ben sıkıca sarıldım anneme.
Bizim evde hiç kavga gürültü olmazdı. Ama babam ile aramızda hep bir uzaklık vardı. Babam her sabah ben okula giderken ve akşam gelince beni öperdi öpmesine de, ben sıcaklığını duyumsayamazdım. Annem hüzünlü, babam uzaktı. Ben de o evde hiç çocuk olamamıştım sanki. Babamın birkaç iş arkadaşının dışında evimize pek gelen giden olmazdı. Babam arkadaşlarının yanında başka birisi olurdu sanki. Acaip neşelenir, anneme hatun aşağı hatun yukarı iltifatlar yapardı. Evcilik oynuyorlar gibi hissederdim. Misafirler evden gittikleri anda annemle babam anında her zamanki hallerine bürünüverirlerdi. Babam alelacele pijamasını giyip koltuğuna kurulur, annem içli içli türküsünü mırıldanarak bulaşıkları yıkamaya koyulurdu.
Babamla annemin memleketleri aynıydı ama niyeyse uzun yıllardır gitmemiştik. Her ne kadar annem de babam da çok gittik deseler de, ben hayal meyal bir tanesini anımsıyordum. Köye gitmeyle ilgili ne zaman konuşsak babam “oraya gidersek, denizi unut, güneş görmen gelişimin için daha önemli.” deyip geçiştirirdi konuyu. Çok da önemsemezdim köyü, sadece niye özlemediklerini merak ederdim.
İlkokulun son yılı, sınıftan yedi çocukla birlikte ben de girmiştim devlet parasız yatılı okul sınavına. Beş kişi kazanmıştık sınavı ama benim dışımdaki çocuklar gitmeyeceklerdi. O zaman onların yerinde olmayı çok istemiştim, ailelerinin yanında devam edeceklerdi eğitimlerine. Memleketin o kasabasında ortaokul varken bu kasabasında neden olmuyordu anlayamıyordum. Çocuğu olan bir adamı niye okulu olmayan bir yere tayin ederlerdi buna hiç anlam veremiyordum. Çocukluğum bunlara kafa yormakla geçti.
Ara ara unutsam da o yazı, içime çöreklenen ayrılma acısı ile geçirdim. Tam bir şeye sevinirken, ağız dolusu gülerken aklıma bir anda geliverirdi yatılı okul ve bir anda gülümsemem dudaklarımda donup kalırdı.
Evden ayrıldığım son güne dair garip bir şekilde hiçbir şey anımsamıyorum. Sanırım belleğim, canımın çok yandığı bazı anları yok sayabilmiş. O günlere dair anımsadığım tek şey sızlayan burun kemiğim.
Sömestirlerde ve yaz tatillerinde gidebiliyordum eve. İlk yıl annemle babam da geldi birkaç kez. Çok zor da olsa gün gün alıştım yurda, arkadaşlarıma. Elbette sürekli özlüyor, fırsat buldukça özellikle annemle konuşmak istiyordum ama içimin acısı hafiflemişti en azından. Babamın yeni görev yeri çok sıkıcıydı, son zamanlarda “İyi ki de yatılı okula gittim” demeye bile başlamıştım.
Sonra bir gün yurdun danışmasında bir kadın ile karşılaştım. Arkadaşımı bekliyordum orada, tam dışarı çıkarken tuvalete girmesi gerektiği için ben aşağıya inmiştim. Gözüm merdivenlerdeyken, ayak üstü bekçi abi ile konuştuk. O sırada kadının dikkatli bir şekilde bana baktığını fark ettim. Genellikle danışmada bekleyenler yurdun kızlarını bir süzerdi ama bu öyle bir bakma değildi. Kadın ha tanıdım, ha tanıyacağım der gibi bakıyordu. Ben de belleğimi zorladım, yok karşımda gözlerini dikip bana bakan kadını tanımıyordum. Arkadaşın gelmesi de uzamıştı, çıkıp dışarıda bekleyim bari diye düşünürken, karşımda oturan kadının, “Yavrum, Muradiyeli misin?” sorusu ile geri döndüm. “Annem ve babam oralı, ben Nevşehir’in bir kasabasında doğup büyüdüm” dedim. Annemin adını sordu, ben söyleyince de, “Vay yavrum “ diyerek ağlamaklı dizlerini dövmeye başladı. Ne düşünmem gerektiğini bilemedim o anda, kadın kimdi, neden annemin adını söyleyince sesi de, duruşu da bir anda değişmişti. Kadın ağzını açıp bir cümle daha kurarsa, sanki her şey tuz buz oluverecekti yaşamımda. Hızla uzaklaşmak istedim oradan, arkama bakmadan çıkıp gitmek. Ama yapamadım, olduğum yere çakılıp kaldım. Kadın hala dizlerine vurarak ağlıyor, annemin adını sayıklayıp, bahtsız, şanssız gibi laflar ediyordu. Keşke ne olduğunu merak etmeyip dört nala uzaklaşsaydım, kulaklarımı tıkayıp duymak istemiyorum deseydim… O gün hiç aşağıya inmeseydim, indiysem de arkadaşımı beklemeden kendimi sokağa atsaydım. Ama bunların hiç birisi olmadı, ben kuzu kuzu orada bekleyip kadının söylediklerini dinledim. “Böyle bir aşk görülmemişti.” diyerek başladı kadın anlatmaya. “Annemle babamın arasında mı?” diye sordum hemen. Kadın beni duymamış gibi boşluğa bakarak konuşmaya devam etti. “İki yıl mücadele ettiler evlenmek için, iki koca yıl vazgeçmediler birbirlerinden. En son annenin babası pes etti, razı oldu evlenmelerine. Hepimiz sevindik evlenecek olmalarına. Düğün dernek kuruldu, yenildi içildi. Düğünün haftasında bilemedin onuncu gününde babanı bir trafik kazasında kaybettik. Annenle birlikte hepimiz yandık tutuştuk ama elden bir şey gelmiyor, Allah’tan geldi ne yapacaksın…” Benim babam ölmedi diye bağırmak istiyorum, kadını susturmak ama yapamıyorum. Kadın derin bir nefes alıp anlatmaya devam ediyor, “Birkaç ay sonra annenin hamile olduğunu anladık. Rahmetli Saniye Hanım kızına çocuğu aldırtması için çok baskı yaptı ama annen razı olmadı. Elini karnına sarıp gezdi aylarca. Ortada çocuk da olunca, anneni, babanın küçük kardeşi Hulusi ile evlendiriverdiler. Annen nasıl razı oldu, ne dedi, ne demedi hiç bilmedik. Bir de duyduk ki, evlenmişler. Zaten kısa süre sonra Hulusi devlette işe girdi, pılılarını, pırtılarını toplayıp gittiler. Sonra da bir ya da iki kez geldiler Muradiye’ye.” Olduğum yere çöktüğümü anımsıyorum, kafamı kucağıma gömüp zırıl zırıl ağladığımı. Kadın benim bunları bilmediğimi düşünmemiş hiç. “Allah belamı vereydi de ağzımı açmayaydım. Kuran kitap çarpsın ben biliyorsundur sandım yavrum. Sen annenin adını söyleyince o günler gözümde canlandı, her şeyi, herkesi, bulunduğum yeri unutup saydım döktüm. Bir çuval inciri berbat ettim, Allahım dilim kopaydı da anlatamayaydım.” gibi cümleleri peş peşe sıralamaya başladı. Bir süre sonra hiçbir şey duymamaya başladım, beynim zonkluyordu. Kulaklarımda, kadının söyledikleri yankılanıyordu. O anda yaşadığım duygu neydi bilmiyorum. Acı mı, öfke mi , değersizlik mi?
Rehber öğretmen müdüre, “Ne dediysem, ne sorduysam da konuşturamadım. Bu böyle olmaz. Bir haftadır ne okulda, ne yurtta ağzını bıçak açmıyormuş. Bunun sorumluluğunu üstlenemeyiz. Ailesini arayalım, gelsinler” diyor. Benim bir ailem var mı diye bağırmak istiyorum gene olmuyor, sesim içime kaçıyor. Her şey yeniden yeniden gözümün önünden geçiyor ama konuşamıyorum.