SAVAŞIN EKONOMİPOLİTİK ROMANI: BİTMEYEN SAVAŞ VE KOCUROĞULLARI / MÜSLÜM KABADAYI
Savaş temalı romanların okura çağrıştırdığı ilk duygu veya düşünce nedir? Akla ilk gelen “kan”dır ve bunun çağrıştırdığı katliamlardır. Bunların kimler tarafından, nerede ve nasıl gerçekleştirildiğini anlatan çok sayıda roman yazılmıştır. Ancak, savaşların niçin ve hangi argümanlarla yapıldığını ortaya koyan ya da sorgulayan romanlarsa azdır. Hele savaşın felsefesini, ekonomipolitiğini işleyenler nadirdir.
Niçin “kan akıtıldığı” veya katliamlar yapıldığı sorusuna açıklık getirmeye çalıştığımızda savaşın düşünsel-siyasal boyutunu, özünü ortaya koyarız. 20. ve 21. yüzyılda, Carl von Clausewitz’ten ödünç “Savaş, siyasetin başka araçlarla devamıdır.” derken, emperyalist ülkelerin, sermaye tekellerinin yeni sömürü alanlarını şiddet araçlarıyla paylaşma savaşından söz ediyoruzdur. “Bitmeyen Savaş ve Kocuroğulları” romanda bu, bir zabitin bakışıyla şöyle anlatılır: “Savaş, aynı zamanda ölme, öldürme ve karşı iradeyi teslim alma, kurnazlık olduğun kadar bilim, insan aklının en uç noktalarından bir olan hile sanatı idi. İradesini teslim eden açısından aynı şey söylenemezdi kuşkusuz. Sanat manat kalmaz, kibarlık olsun diye barış dedikleri kölelik başlardı. Ya onurunu, dolayısıyla namusunu yitirmiş canlı cenaze ya da ölümdü. Tercih senin güzel kardeşim, diyordu zabit sözcüklerin üzerine basarak. İyi savaşçı, aynı zamanda iyi insandı. Çünkü siyaset bilirdi. Çünkü savaş Prusyalı bir paşanın dediği gibi siyasetin tüfekle devamı idi.”[2] Savaşı daha başka boyutlarıyla işleyen bu romanın, Alper Yalman’ın hayattayken adını “Üç Nefes, Üç Nefer” adıyla yayımlamayı amaçladığını, ancak kanserden erken ölümü nedeniyle son bölümünü yazamadığını, daha sonra ailesinin inisiyatifiyle “Bitmeyen Savaş ve Kocuroğulları” adıyla yayımlandığını B. Sadık Albayrak’ın açıklamasından öğreniyoruz.[3] Tezli ve belgesel olarak niteleyebileceğimiz roman, savaşın nedenlerini ve toplumsal, siyasal sonuçlarını ortaya koyan yapıtlardan biri. Hatta, savaş-barış diyalektiğinden yola çıkarak savaşan güçlerin felsefesini derinden ve sanatsal anlatımla gösteren bir romandır, diyebiliriz.
Beş bölümden oluşan romanın; temel etkili ve sürükleyici olmasını sağlayan birçok gerilimle merak duygusunu okurda yaratmak yanında 19. yüzyılın sonu ve 20. yüzyılın başındaki Çukurova’nın sosyo-ekonomik durumunu, özellikle Karataş’ın toplumsal ve kültürel dokusunu, savaşın insan dünyasındaki yankılanmasını ustalıkla vermesi bakımından da edebiyat tarihimizde yerini alacağını belirtebiliriz.
Yarı sömürge haline gelmiş Osmanlı İmparatorluğu’nun büyük toprak kayıplarına uğradığı II. Abdülhamit döneminde yaşanan (1890) Ertuğrul Fırkateyni’nin batış haberinin, o zamanlar İskele denilen günümüzün Adana-Karataş ilçesinde tellal tarafından duyurulmasıyla başlayan roman, o yıl üç yaşındaki torunu İbiş’i seven aynı adlı dedenin ve Meryem nenenin ölümüyle devam eder. Tarihsel adı Magarsus olan Karataş’a bağlı birkaç köye yerleşen Akkoyunlu Yörüklerin, burada yaşayan Hıristiyan, Musevi ve Arap Alevilerle birlikte yaşamalarının ortak zemini betimlenir. Her halkın inançlarından, geleneklerinden, kültürlerinden etkilenme ortamı efsaneler, ziyaret kültürü, pelit kültüyle dile getirilir. Magarsus halkının özelliği, “Hastaları iyileştirmek, kötürümleri ayakları üzerine dikmek, az ekmekle çok insan doyurmak, su üzerinde yürümek gibi maharet, varlıklarını paylaşmak, ihtiyaçtan arta kalanları dağıtmak, yoksullara yardım etmek gibi haslet, zalime başkaldıracak kadar da cesaret sahibiydiler.”[4] olarak ifade edilir. “Bitmeyen Savaş” zalime başkaldıracak kadar cesur olan “Kocuroğullarından üç kardeşin, İbiş-Mahmut ve Ahmet’in Çanakkale, 1. Paylaşım Savaşı ve Kurtuluş Savaşı’ndaki mücadeleleri çerçevesinde dönemin panoramasını oluşturan ekonomik, toplumsal ve siyasal olayların işlenmesiyle devam eder. Bir bakıma zalime, işgale ve sömürüye karşı savaşın hiçbir zaman bitmeyeceği mesajını okura derinden hissettirir.
1.Bölüm’de baba Ahmet’in, İskele’ye İstanbul’dan gelen Muallim Efendi’ye tanışmasıyla dünyasının değişmesi, çocuklarının eğitimini de onun yönlendirmesiyle sağlamaya çalışması, köyde ve hatta çevrede halkın hiç bilmediği dergileri, kitapları okuyarak kendilerini geliştirme serüvenleri işlenir. Bu bölümdeki ekonomi politik olgulardan biri şöyle işlenir: “Şairliği yanında hakşinas biri olarak da bilinen Ziya Paşa, imamla anlaşıp ezanı erken okutarak ameleyi zamanından önce işe koşan ağalara inat, te İsviçre’den saat getirtmiş, Osmanlı’nın en yüksek saat kulesinin inşasına başlamış. Amacı, şehrin her yerinden görülmesini sağlayarak, ağaların dümen suyuna girmiş bir kısım imamların ahaliyi kandırmasının önüne geçmekmiş.”[5] Bu noktada Çukurova’da tarımın, özellikle pamuğun üretiminin yaygınlaşmasında İngilizlerin sömürgeci rolüyle Arap Alevilerin çalışkanlığının etkili olduğunu gösteren anlatımların da etkili olduğunu belirtmeliyim.
Baba Ahmet’in ince hastalıktan ölümüyle Muallim Efendi, düşüncesini çevreye yayan bir dostunu kaybettiği gibi ailenin yükü Emine’ye kalır. Muallim Efendi II. Meşrutiyet olup istibdat sona erince İstanbul’a döner. Bundan sonra IV. Bölüm’e kadar ondan söz edilmez. Bu süreçte İbiş Çanakkale Savaşı’nda toprağa düşer. İbiş’in bu dönemi anlatılırken yazarın Turgut Özakman’ın “Diriliş: Çanakkale 1915” romanından yararlandığı dipnotla verilir. Mahmut ise, Yemen cephesinde esir olur. İngilizlerin bu kamplarda esirler üzerinde yaptıkları ilaç denemeleri, psikolojik savaş betimlenir. Ahmet de Kut’ül-Amare Savaşı’nda yararlıklar gösterir. Irak cephesinde İngilizlerle yaşanan savaş, siyaset ve görüşmelerin ise Tümgeneral Charles V.F. Townshend’in kaleme aldığı “Mezopotamya Seferim” adlı kitaptan yararlanılarak işlendiğinin bilgisi, dipnotla verilir. Bu savaşta “esir düşmek ve almak”la ilgili askerlikte saygıyla ilgili çarpıcı bir anlatım söz konusudur: “Savaş tarihinde koskoca Napolyon bile teslim olmuştu. Hatta Osman Paşa Plevne’de destanlı bir direnişle teslim olduğunda, Rusların yüksek takdirini ve saygısını kazanabilmişti. Bu o kadar öylesine bir saygıydı ki, Ruslar bu büyük Paşanın kılıcını teslim etmesine rağmen almamış ve sonsuza kadar taşıması için ricada bulunmuşlardı.”[6]
Savaşta yaşam-korku-ölüm diyalektiği de derinlemesine verilir. “Ne ölmekten korkuyordu, ne yaşamaktan.” denen Kocuroğullarından Ahmet’in düşüncesiyle şöyle verilir: “Ölüm korkusu, yaşamayı çekilmez kılıyordu. Bu kez yaşamaktan korkar hale geliyordu insan. Moğol Hükümdarı Cengiz Han’ın gittiği yerlerde taş üstünde taş, omuz üstünde baş bırakmadığı ve insan başından kuleler yaptığı zamanlarda değil gelmesi, gelme ihtimali bile insanların düşüp ölmesine yetiyordu. Çünkü korku öldürücü idi. Çaresiz insan ölümden değil, yaşamaktan korkuyordu. Yaşayarak ölümü beklemektense, ölerek yaşamaktan kurtulmayı yeğliyordu. Yaşamanın korkuya dönüşmesinden daha büyük azap olabilir miydi? Ölüm korkusunu aşabilen, aslında yaşama korkusunu da aşmış oluyordu.”[7]
Kocuroğullarından Mahmut’un Filistin cephesinde İngilizlere esir düşmesi ve Sina çölündeki esir kampında arkadaşlarıyla yaşadıkları üzerinden esaret-özgürlük diyalektiğini dile getirişi şöyle: “Esaret kadar insanın doğasına aykırı başka bir şey yoktu yaşamda. İnsan iradesinin teslim alınarak köpekleşmesi istenirdi esarette. İradesi kırılan insan, o andan itibaren çıkardı insanlığından. İnsan kılığında ne çok sinik vardı… Çareyi ibadet etmekte bulanların çokluğu, insanlığını korumaya çalışanların çokluğuna delaletti belki. Ama gerçek ibadet buradan kurtulmaya çalışmak ve ne pahasına olursa olsun kurtulmaktı. İbadet özgürlük değildi. Özgürlük ibadetti. Ölüm de bir kurtuluştu nihayetinde; göze alınarak kurtulmak, göze alınmadan kurtulmayı beklemekten iyiydi.”[8]
Romanda Arap yarımadasındaki savaş ve günlük yaşamda Bedevilerin oynadıkları güçlüden, paradan yana rolden, Siyonist Yahudilerin Filistin’i ele geçirme staretejilerine, hatta bu amaçla Çanakkale Savaşı’na Siyon Katır Birliği’ni bu amaçla göndermiş olabileceklerine, İngilizlerin tel örgülerle çevirdikleri esir askerler yanında hayvanları da yakmalarına vd. önemli olay ve durumlara kadar çok farklı bilgi, görüş ve belgelerin de işlendiğine tanık olmaktayız. Bunlar biri de, Filistin ve Hicaz cephesinde Osmanlı ordusunun komuta kademesinde olan Alman Von Kres Paşa ile Osmanlı paşaları arasındaki konuşma üzerinden yapılan değerlendirmedir. Birinci Paylaşım Savaşı’nda Bolşeviklerin, dolayısıyla Lenin’in oynadığı rol şöyle dile getirilir: “ (Von Kress Paşa) Kahvesini yudumlarken İttihatçı olarak bilinen misafiri paşaya, ‘Rusların savaştan çekilmesi ziyadesiyle memnuniyet verici oldu,’ diyordu. Gerçi Ruslar, ‘Bizimki’ dediği Karl Kautsky’yi proleteryaya ihanet etmekle suçlamıştı. Hatta Lenin onun için dönek bile demişti. Bunun bir vatan savaşı değil paylaşım savaşı olduğunu ileri sürmüştü. Kautskyi gibi sosyal demokrat bir liderin, savaşa karşı iç savaş siyaseti yerine, kendi egemenleriyle bir olup emperyalist savaşın tarafı olmasına şiddetle karşı çıkmıştı. Alman yoldaşları Bolşevikleri hayal kırıklığına uğratmışlardı. ‘Eğer Kautsky, tıpkı Lenin gibi kendi burjuvazisine savaş açıp iktidarı alarak savaştan çekilseydi, dünyamız bambaşka bir dünya olurdu belki,’ diye devam etti.”[9] Bu değerlendirme çerçevesinde, emperyalist paylaşım savaşında Sovyet Devriminin gerçekleşmesi, hem savaşın sonunu getirerek savaş ekonomisini boşa çıkartmış hem de 1921’de kurulan Sovyetler Birliği’nin silah vd. desteğiyle Anadolu halkı Kurtuluş Savaşı’nı kazanmıştı.
Efsane-yalan-gerçek diyalektiği de romanda şöyle işlenir: “Bir olgu, yalana inanılmasıyla gerçeğe dönüşebilirdi pekala. Hem zaten efsaneler, tüm kavimlerin aidiyet duygusu ve inançlarının harcı değil miydi? İyi düşünüldüğünde yalan da uydurma da kimseye zararı yoksa, başı başına bir sanattı. Önemli olan bunun bir yalan olduğunu bilerek inanmaktı.”[10] Burada, insanların kırımına, doğanın tahribine yol açan zararlı yalanlarla masum yalanların nasıl ayırt edileceğidir. Irak’ın işgalinde ABD emperyalizminin ürettiği yalanların milyonlarca insanın ölümüne yol açtığı hemen aklımıza gelmektedir.
Romanda o kadar çok gönderme, ilişkilendirme ve sezdirme var ki; bu romanın iletilerinin tam anlamıyla algılanıp kavranması için okurun da ya çok birikimli ya da araştırmacı olması gerekmektedir. Bir örnekle bunu somutlamak isterim: “Bir şeyi yapmak için önce hayalini kurabilmeliydi insan. Hiç olmazsa kendi aralarında yapabilirlerdi bunu. Bir grup münevver deneyeceklerdi hiç olmazsa. Ülkede olmazsa Yeni Zelanda’da!”[11] Bu ifadeden Osmanlı’nın son döneminde Servet-i Fünunculardan Tevfik Fikret ve arkadaşlarının böyle bir ütopya kurduklarını, konuya vakıf olanlar anlayabilir ancak. Belki bu yönüyle romanın, okuru gereğinden fazla bilgi ve sezgi bombardımanına tuttuğu söylenebilir. Ayrıca, bir bilgi yanlışıyla da s. 197’de karşılaşmaktayız. Mahmut, annesi Emine’ye, “Babam yanlış biliyordu ana. ‘Hace-i evvel’ denilen Namık Kemal adındaki muhterem zattır, bizim münevverlerin çoğu onun fikriyatından neşet etmiştir, Muallim de onun talebesidir.” Tanzimat Edebiyatı I. Kuşağında yer alan Ahmet Mithat Efendi’nin Osmanlı’da ilk kez evrim konusunu işleyen 1870 tarihli kitabının adıdır Hace-i Evvel. Bu nedenle “Hace-i evvel” olarak anılan kişi de odur.
Romanın üç kahramanı İbiş, Mahmut ve Ahmet’in anneleri Emine’nin çektiği çileye, acılara rağmen hep umutlu olması ve yaşadığı toprağa değer katması da dikkat çekmektedir. Onun dilinden öne çıkan sözlerden birini örneklemekle yetinelim: “Zahmet de neymiş? Bir konuğun varlığına yüksünmek, utançların ve günahların en büyüğü sayılır.”[12] Aynı sayfada oğlu Mahmut’un, “Altına girdiği mesuliyet kadar büyüktür insan.” sözüne uygun bir sorumlulukla memleket meselesine yurtseverlik bilinciyle el atan Kocuroğlu ailesinin tavrı öne çıkar. 194. sayfada güncel bir tartışmaya konu olan ve kaynağı tam saptanamayan “Şalvarı şaltak Osmanlı/Eğeri kaltak Osmanlı/Ekende yok biçende yok/ Yemede ortak Osmanlı”nın Emine’nin evinin şenliğini nasıl aldığı işlenir.
“Aşk”la ilgili de romanda etkileyici betimlemeler yer almaktadır. Onlardan biri şöyle: “Bedel ödemekti, kapanmayan yaraydı aşk; çekip kapıyı çıkmaktı, bırakıp gitmekti bazen. Geriye kalanın hatırıyla yaşamak, tüketerek tükenmekten iyiydi. Bazen de gidenin ardından bakakalmaktı çaresiz, iki damla gözyaşıydı gerçek. Akıldan uzaklaştıkça yaklaşılabilendi aşk; aklın yokluğunda peydahlanandı. Hasılı ve bir kez daha aşık olmakta değil, aşk olabilmekteydi bütün mesele.”[13]
Doğrusu romanla ilgili ayrıntılı değerlendirmeyi ayrıca yazmayı düşündüğümden, burada bir noktaya daha dikkat çekmek isterim. “Bitmeyen Savaş ve Kocuroğlulları” romanından yeni sözcükler, deyimler, atasözleri öğrendim. Bunlardan birinden söz etmek istiyorum. Doğduğum köy Hatay Yayladağı’na bağlı Kışlak’ta, evimizin çevresindeki küçük bahçeye “hökere” denir. Bu sözcüğün nereden geldiğini hep merak ederdim. Romanda “hevkere” biçiminde geçtiğini fark edince araştırdım; Ermeniceden Türkçeye geçtiğini öğrendim.
Böylesine güçlü bir romanla bizi buluşturan ve Çukurova’daki birkaç etkinlikte birlikte olmaktan onur duyduğum yazar Alper Yalman’ı saygı ve özlemle anıyorum.
[1] Alper Yalman, Bitmeyen Savaş ve Kocuroğulları, Alan Yayıncılık, Ankara, I. Baskı, Şubat 2022, 239 s.
[2] ——————, a.g.e., s.145
[3] B. Sadık Albayrak, “Bir Çukurova Romanı: Üç Nefes, Üç Nefer”, Yeni Gelen Dergisi, Sayı: 45, s.78-80
[4] Alper Yalman, ————————————–, s.10
[5] s. 15
[6] s. 126
[7] s. 146
[8] s. 155
[9] s. 162
[10] S. 166
[11]s. 170
[12] s. 187
[13] s. 202