LOADING...

En üste git

Temmuz 28, 2023

KOLEKTİF-TELEPANEL

AMMA ÇOK ÇEHOV VAR

 

Sevgili Uğur Deveci ile Çehov üstüne ve öyküye dair keyifli bir paylaşım yaptık. Anlattı, anlattık, paylaştık, gülümsedik.

 

Baran Arslan: Öncelikle okuyucularımız için kendinizden bahsedebilir misiniz?

Uğur Deveci: Kendimi tanıtmak için bekleyelim biraz. Yakın zamanda yeni bir romanım çıkacak, o beni anlatır. Yaşamak için mühendislik yapan, yazmak için de yaşayan bir insanım. Kulübe adında bir romanım yayınlandı. Bu arada birçok dergiye yazdım ve çalıştım. Sizinle bir araya geldiğim için de çok mutlu oldum. Çok eski zamanlardan beri nedenini hep sormakla beraber gönül bağım olan bir yazar Çehov. Hem dilime, hem hayatıma dokunmuş bir yazar. Benim Çehovumu anlatmak isterim aslında daha çok. Çehov budur gibi bir şey anlaşılmasın, ben de Çehov budur, onunla böyle bir ilişki kurduğumu anlatmaya çalışacağım.

Son zamanlarda sosyal medyada türediler dediğim grupla karşılaşıyorum. Çok fazla üretmeyen fakat oldukça hüküm veren insanlar. Birkaç tanesini de yazdım. Mesela  deniyor ki, öykü kısa cümlelerle yazılır. Ya da yıl olmuş 2022, hala taşra yazanlar, hava durumu verir gibi öyküye başlanmaz  gibi… bence, çok sihirli bir kelimedir. Bence diyerek başlasalardı bu sözlerine o kadar rahatsız etmeyecekti. Çünkü o zaman bir fikir olacak, hüküm olmayacak. O yüzden bugün anlatacağım her şey bencedir. Katı değil, değiştirilebilir, dönüştürebilir.

Sadece Çehov’dan bahsetmeyeceğim. Birkaç yazardan da bahsedeceğim.  Bazılarından özellikle bahsedeceğim. Birkaç kitap arka kapağıyla başlamak istiyorum.

Katherine Mansfield’in “Ah Bu Rüzgar” kitabının arka kapağında şöyle diyor: “Yer yer bir novella oluşturabilecek uzunluktaki veya adeta büyük bir romanın giriş kısmı hissini uyandıran kısa öyküleri ile çoğunlukla Çehov’la birlikte anılan Katherine Mansfield’ın …“

Yine John Cheever’ın Yüzücü’sünde banliyölerin Çehov’u diyor.

Lucia Berlin’i de Çehov’a benzetiyorlar.

Arka kapak kitap alacak bir insan için kıstastır bilmediğim bir yazarsa… Ticari olarak bu kadar az Çehov satmasına rağmen neden arka kapağa Çehov’la ilgili bir yazı koyar yayınevleri diye düşünüyordum. Buradan yola çıkarak neden bu insanlara Çehov’la bir araya getiriyorlar? Az önce bahsettiğim üç yazarı okuduysanız birbirleriyle bağlantı kuramazsınız. Üç yazarın da dil olarak ya da anlattıkları olarak çok fazla bağ kuramazsınız. Peki, bu insanları neden Çehov’la bir araya getirmişler.

İlk örneğimi Lucia Berlin’den vereceğim. Temizlikçi kadınlar için el kitabı. Bu kitabı eğer öykü seviyorsanız öneririm. Burada bakış açısı diye bir öykü var. Bu öyküde Lucia Berlin Çehov’un Acı öyküsünün birinci tekil şahsın ağzından yazıldığını hayal ediyor. İhtiyar bir adam bize oğlunun yeni öldüğünü anlattığında utanç duyar, rahatsız olur hatta sıkılırdı. Öyküdeki arabacının müşterileri gibi tepki verirdi der. Yani bu yüzden Çehov’a benzetmediler fakat, Lucia Berlin burada diyor ki ben Çehov okudum , zaten  öykülerini okursanız Çehov’la bağlantıları kuracaksınız. Hatta yolu kısaltmak açısından Lucia Berlin, hastanede çalışan bir karakter, muhtemelen kendisi. Onunla ilgili bir Temps Perdu diye bir öyküsünde şöyle bir şey yazmış. “Hemşirelere karşı tavrım zaman içinde çok değişti. Önceleri çok katı ve zalim bulurdum onları. Oysa asıl kötü olan hastaların kendisi. Hemşirelerin kayıtsızlığının hastalığa karşı bir silah olduğunu yeni yeni anlıyorum. “ Şimdi, Çehov ne demiş ona bakalım. Altıncı koğuş öyküsünde ; “ Başkalarının dertleriyle yalnızca görevleri ve iş ilişkileri gereği yüz yüze gelen kimseler örneğin; yargıçlar, polisler, doktorlar, zamanın ve alışkanlığın etkisiyle öyle katılaşıyor ki, artık istemeseler bile müşterilerine karşı şekilli davranıyorlar. Başka türlüsü ellerinden gelmiyor. Onların bu bakımdan koyunları ve danaları ücra bir yerde kesip onu fark etmeyen bir müşteriden farkları yoktur.” Yani çok yakın şeyler söylemişler.

Biraz önce Mansfield’in kitabının arka kapağındaki tanıtım yazısı şöyle bitmiş “… Çünkü iyi yazar, her şeyden önce insanı öne alan, evrensel insan damarını yakalayan yazardır, neyi, nasıl anlattığının, dilinin de ötesinde…” Buradan bir araya geliyorlar ve bazı enstrümanları beraber kullanıyorlar. Benim Çehov’umda çok önemli bir şey var. Zaman zaman yaptığı bir şey var.

Katherine Mansfield’ın “Örnek Aile” öyküsü;  “ yaylı kapıyı itip üç geniş basamaktan kaldırıma inerken yaşlı Mr. New hayatında ilk kez o akşam ilkbahar için çok fazla yaşlı olduğunu hissetti. İlkbahar ılık, istek dolu, yerinde duramayan… İşte oradaydı. Altın rengi ışığın içinde kendisini bekliyordu.” Öyküye ilkbaharla başlamış. Bu öykü yaşlı bir adamın öyküsü. Yaşlı bir adamın ilkbahardan ne kadar rahatsız olduğunu çünkü yaşadığı sürecin bambaşka bir mevsim olduğunu anlatıyor. Mevsimle başlamış. Çehov bunu nasıl yapıyor ve nasıl bir yol göstermiş? Acı öyküsünden örnek verecek olursak “ Akşamın alaca karanlığı çökmüş, sulu, iri kar taneleri henüz yanmış sokak fenerinin çevresinde uçuşuyor, ince, yumuşak bir örtü çamları atların sırtlarını, omuzları, şapkaları yavaş yavaş örttü.” Çehov bunu çok yapıyor bana göre. Yani hava durumuyla başlıyor anlattığı bu acı öyküsünü oğlu ölen bir arabacının derdini anlatmak istediği bir öyküdür. Müşterilere oğlunun öldüğünü anlatmak ister fakat onu dinlemezler. En sonunda atını anlatır. Ve bu öykü ölümü anlatıyor. Ve ölüm genel olarak soğuktur, soğuk bir duygudur. Ölüm acısı üşütür insanı. Çehov bu öyküsüne ölüm acısından bahsedeceği için karla başlıyor.

Benim çok sevdiğim bir başka Çehov öyküsünden de bahsedeyim. Avcı. “Boğucu bir öğle sıcağı var havada, gökyüzünde tek bir bulut arasanız bulamazsınız. Güneşin kavurduğu otlar öylesine kuru, öylesine hüzünlü ki yağmur yağsa da yeşermeyecekleri belli. Avcı öyküsünü kısaca anlatayım. Bir kadın bir adamla evlendiriliyor. Adam bu evliliği kabul etmiyor ama kadının adama fiziksel bir özlemi var. Bir aşk özlemi değil, bedensel bir özlem. Bu da sıcak. Çehov bu öyküde sıcağı anlatarak başlıyor. Demek ki öykü hava durumuyla başlayabiliyor. Eğer siz bunu kullanırsanız. Buradan geleceğim nokta şu: Çehov’un döneminde bu kadar önemli olmasında ve öne çıkmasında insanlar Çehov’un o zamanki yazını sadeleştirdiğinden bahsederler ve tasvirleri azalttığından. Ama aynı insanlar Çehov’un mükemmel tasvir yaptığından da bahsederler. Hem azaltıyor hem de çok daha çağının ötesine taşıyor. Ben bunu düşündüğümde geldiğim nokta şı , Çehov tasvirleri aslında tasvir yapmak için kullanmıyor çokça, bir araç olarak kullanıyor. Bugün yazarken uzun uzun bir şeyi tasvir etmemiz gerekiyor mu bir sorun? Mesela; Şibumi’deki kiraz ağacı tasviri. Artık öyle bir çağda yaşıyoruz ki oraya kiraz ağacı çiçeği yazsanız zaten hemen insanlar Google’a girip bakarlar. Sizin bunu uzun uzun anlatmanıza gerek var mı, yok mu bilmiyorum? Ama tasviri Çehov gibi kullanabiliriz. Çehov’un tasvirleri özellikle Step öyküsünde karakterleri silikleştirmek için kullandığı çok yere rastlarız kişisel olarak. Çünkü eğer öykü boyunca karakterin hikayesini anlattığınızda o karakter giderek önem arz eder. Karakteri bazen unutturmak gerekir.

Burada Karamazov kardeşleri örnek vereceğim. Aslında onlarda çok normal hayatın içinde çok öne çıkan karakterler değil fakat biz onları o kadar okuyoruz ki roman boyunca onları unutamıyoruz. Çehov karakterlerini unutturmak için araya mutlaka tasvir sokuyor çoğu öyküsünde. Burada ben şöyle düşünüyorum; İki tane yöntem var ya insanların hikayesini yazarsınız ya da bir hikaye yazarsınız içinde insanlar olsun isterseniz. Eğer bunu yapmak istiyorsanız o insanları belli bir gruba dâhil etmeniz lazım. Mesela zenginliği sadece zenginle anlatamazsınız yoksulu da katmanız lazım, soyluyu anlatmak için soysuzu da anlatmanız lazım. Onları öykünün gerektirdiği kadar kullanmak lazım. Çehov’un sevdiğim yanı okuduğum metnin kurgu olduğunu bana unutturması. Şimdi Karamazov kardeşler de okuduğum metnin kurgu olduğunu unutamıyorum. Çünkü orada İvoniç karakteri giderek benim için yaratılmış bir karakter oluyor. Çünkü ondan uzaklaşamıyorum zaman zaman. Çehov uzun uzun bir şey anlatıyor. Step öyküsünde köyden çıkarken bir fabrika anlatışı vardır. Arabada yolculuk edenleri unutursunuz ve sadece oraya gidersiniz.

O dönemdeki yazarlar roman yazarken Çehov neden sadece öykü yazmış? Çünkü bana kalırsa Çehov karakterlerin çok da akılda kalmasını istememiş. Çehov’un öykülerinde bir öyküsü hariç öykülerinde sadece iki karakterli öyküsü yoktur. O da Avcı bu arada. Çehov sadece iki karakterle yazılacak öyküye birilerini koyar. Mesela Şişman ile zayıfta iki tane farklı kademede memuru anlatırken karısını koyar bir gözlemci gibi. Genel olarak kalabalıktır ve o kalabalıkta farklı kesimden çok insan sokar işin içine.

Altıncı Koğuş’taki hastaları incelerseniz aslında orada bir akıl hastalığı koğuşu kurmaz bir ülke kurar farklı sınıf ve düşüncelerden insanlarla. Doktor ve hastanın üzerinden gider öykü ve sonunda doktor hastaya dönüşür. Ama ne hasta bilindik anlamda hastadır ne de doktor doktordur.

Çehov biliyorsunuz doktor. Bence tedavinin en önemli kriterlerinden biri tanı koymak. Yazar olarak belli sorumluluklarımız olabilir ama bana kalırsa bir şeyleri düzeltemeyiz. Çabalarız, uğraşırız, anlatmaya çalışır ama düzeltemeyiz. Ama tanı koyabiliriz. Çehov ‘da olduğu gibi. Kendimizi kendimize anlatmak zordur. Kapan gibidir bu. Bir dönemi anlatırken kendinden uzaklaşması zordur. Çehov’un tanı koymak dediğim şeyde bir doktor mesafesi var. Hiçbir zaman bizi sonuca götürmez. Son döneminde belki biraz daha etliye sütlüye karışır ama orda da bize sadece anlatır. Bunu böyle görüş katmadan durumla, insanlarla anlatır. Bizim genel olarak biraz da kendimizi korumak için kötüye, çirkine kör kalan bir yanımız vardır. Bakmamaya çalışırız.

Buradan işaretle arka kapağında Çehov’la ilişkilendirilen tanıtım yazmasa Jale Sancak’ın Tanrı Kent kitabı yıllarca İstanbul’da yaşamış olmama rağmen İstanbul’da görmediğim ne varsa anlatır orada. Çünkü görmeyi inkar ederiz. Çehov’da bunu yapar. Mesela Kadire Bozkurt’un Buzkandilleri yeni çıktı. O da aynı şekilde bakmak istemediğimiz birçok yer göstermiş. Yazarken bazen değişimi kaçırabiliyoruz. Elimiz bazen bize ket vurur. İnkara gideriz. Çehov bunu hiç yapmamış, inkara düşmemiş. Her zaman ne görüyorsa tanı koymuş. Tedavi tek başına bir süreç değildir diye düşünüyorum. Bir çok argüman işin içine girer. Fakat doktor tanıda yalnızdır.

Çehov sadece edebiyat değildir. Etkilerini birçok sanatta da görebilirsiniz. Seinfeld dizisini hatırlarsanız orada da Çehov’dan birçok öykü kullanılmıştır. Seinfeld’in çıkış noktası da zaten hiçbir şey hakkında her şey. Size nasıl geliyor bilmiyorum ama Çehov’un bir çok öyküsünde çok ekstrem bir şey okumazsınız, o da hiçbir şey hakkında her şeydir. Aralarında da yüz yıldan fazla süre var. Seinfeldle ‘d aramızda bir kırk yıldır vardır herhalde. Hem Çehov’u hem de Seinfeld’i biliyoruz. Bir yandan da dünya ve insanlar çok değişikti. Çehov bana şunu düşündürttü dünya ve insanlar değişti mi? Buna evet de desek hayır da haklı oluruz. Bakalım buna Çehov ne demiş. Peçenek öyküsünde; “İşte size bir olay daha. Bir zamanlar Sibirya çıbanından hayvanlarımız kırılmaya başladı, sinek gibi düşüp düşüp ölüyorlardı. Baytarlar gelip gidiyorlardı. :Bu bela hayvanın uzak bir yerde derin bir çukura atılması üzerine kireç döküldükten sonra çukurun güzelce kapatılması sıkı sıkıya emredilmişti. Bilim öyle gerektiriyormuş demek. O ara benim de bir atım öldü. Tam söylendiği gibi gömdüm hayvanı. Yalnız on punt kireç döktüm. Ne mi oldu sonra? Doğrusunu isterseniz benim delikanlılar, sevgili oğullarım gece gidip çıkardılar hayvanı oradan, derisini yüzüp üç rubleye sattılar. Gördünüz mü demek ki eskisinden daha iyi değil insanlar. Kurdun karnını ne kadar doyurursan doyur gene gözü ormandadır. “ değişmemişiz diyor. Peki, ne değişti. Hiçbir şey ama bir yandan da çok şey değişti. Bizim yapmamız gereken de okur ve yazar olarak dönemimizin tarihini tutmak.

Çehov üstüne düşündüğümüz zaman oyunlarına da değinmeliyiz. Çehov’un çocukluğuna giderseniz eğitimini yaşadığı yer itibariyle Yunan tedrisatından almış. Doğal olarak okuduğu metinler tanrıları anlatmıştır. Çehov’dan önce Shakespeare vardı. O da tanrıları yazmıştı. Çehov oyunlarında sözü tanrılardan, krallardan almış asıl sahiplerine, köylülere ya da profesörlere vermiştir. Tanrılar geveze, kral geveze siz de konuşun demiştir. Ben bir tiyatro metninin okumasını Çehov’dan öğrendim.

Çehov’un ilk oyunları başarısız oluyor. Konstantin Stanislavski bu oyunları sahneleyince müthiş bir başarı geliyor. Bir Karakter Yaratmak benim için vazgeçilmez bir kaynak. Her ne kadar tiyatro için yazılmışsa da edebiyat için de önemli. Çehov’un sıradan karakterlerini anlayıp, sahneye aktarmış ve bu işin nasıl yapılması gerektiği hakkında kafa yormuştur.

Çehov’un üzerimizdeki etkisi çok fazla. Pek çok yazarın üstünde parmak izi var. Bende de var, Baran’ın metinlerinde de var. Bu yüzden amma çok Çehov var diyorum. Umarım beraber çoğalmışızdır.

Beni dinlediğiniz için teşekkür ederim.

Baran Arslan: Uğur hocam teşekkür ederiz. Ben son bir aydır Shakespeare üzerine çalışmalar yürütüyordum. Geçekten de Shakespeare metinlerinde krallar, aristokratlar, soylular çok fazlaydı. Bu söyleşiyle beraber Çehov ile Shakespeare arasındaki farkları da karşılaştırma imkanı buldum.

Esma Nur Yılmaz: Merhaba, teşekkür ederim. Çehov’u çok severim. Okuduğum bölüm itibariyle Çehov’la ilgili çalışmalar yürütüyoruz. Çehov’a aşığım. Hatta bazen bunalım noktası da oluyor. Çünkü hayatın çok içinde… Sanat hayatın ta kendisiyse tasvirde hayatın ta kendisi… Çehov’un Martı’sı… Martının vuruluyor olması aslında bir umutsuzluğu da simgeliyor. Vişne Bahçesi’nde de bir umutsuzluk var. Bu yüzden Çehov’un metodunu çok severim. Bu umutsuzluk aslında umuttan doğan bir umutsuzluktur. Çehov metinlerinde çok fazla zıt karakterleri bir araya getirmiştir. İnsan duygusunu ele alıyor sonuçta. Çehov insanı çok güzel anlatıyor. Kendisine bakmıyor, karakterlere bakıyordur. İnsan aynaya baktığı zaman tek kişiyi görmez. İnsan içinde pek çok duygu vardır. İnsandaki duygular değişkendir. İnsanın değişimi konusunda sizden zıt noktadan bakıyorum. Eskiyi yadsıyoruz. İnsan değişmeye mahkumdur. Çehov şöyle der “Saçmalamaktan korkma değişim senin elinde.” En köklü kayamız bile zamanla parçalanır. Mutlular, mutsuz kişiler sustukları için kendini mutlu hisseder belki de örgütlenmekle başlıyordur değişim.

Uğur Deveci: Bu bana güzel bir şey hatırlattınız. Çehov’un bugün için çok satmamasını çok yadırgamıyorum. Çehov’un öyküleri bugün için uzak. Umutsuzluğu da yüklenmek istemeyebilir okur. Thomas Bernhard’ı anmak isterim burada. O da Çehov’dan örnek verir. Özellikle Üç Kız Kardeş tiyatro oyununda, bunu ben yazsaydım daha iyi yazardım der. Çehov yazınında iyi. O da kabul ediyor bunu. Çehov’u farklı yapan da kurgu olduğunu unutturup okutmak okuyan için metni gerçek kılıyor. Çehov okuduğumda kurgudan kopuyorum, gerçek gibi geliyor. En son Toni Morrison okudum. Çok etkileyiciydi ama bir müddet sonra uzaklaştım ondan, kurgu olduğunu biliyordum. Çehov okumalarımda bu kurgu hissinden uzaklaşıyorum.

Esma Nur Yılmaz: Shakespeare’in Yanlışlıklar Komedyası komedi hissiyle ilerliyor ve gerçekten de komik ama kurgu.  Vanya Dayı, Üç Kız kardeş,  Vişne Bahçesi, Martı komedi oyunudur ama biz bunun komedi olduğunu bilmeyiz çünkü hayatın içindeki gerçekten alır bunları, kurgu hissine kapılmayız. Hayatın içinden alıp sahneye alıyoruz.

Demet Eşmekaya: Cem yayınlarından Mehmet Özgül çevirisi var elimde. O dönemde alıp okumuştum. Gerçekten de ara ara düşünüp Çehov okumak gerekir diye düşünüyorum. Durum ve an öyküsü yazdığını biliyorum. Fakültede Emin Özdemir benim hocamdı. Çehov’dan çok örnekler verir, inceletirdi. Şu an karakterler çok canlanmadı gözümde. Tekrar okuyacağım. Eskiden Çehov herkeste olurdu. Okunurdu. Şu an neden az okunuyor bilmiyorum. Teşekkür ederim.

 

Uğur Deveci: Karşılaştırmalı okumayı seviyorum. Aynı anda birçok okuma yapıyorum. Esirgenen Sözcükler diye bir yazı yazmıştım. Kadın yazarlar neden bizden bu kadar uzak tutuluyor diye. Lucia Berlin, Sevgi Soysalla geç tanıştım. Selçuk Baran, Çehov’la özdeşleştirebileceğimiz bir yazardır.  Kitapçılarda yüz olarak bu yazarları göremiyoruz. Temizlikçi  Kadınlar  İçin El Kitabı duymayacağım bir kitaptı. Bir yerden duydum ve okudum. Bilmeden gidecekmişim. Yaş ilerledikçe neyi okuyacağım, yetişemeyeceğim kaygısı başlıyor.

Gör Bağır da okunmalı. Gör Bağır’ın ilk öyküsünün ilk cümlesi üç sayfa. O kadar güzel ki. Çok kitap çıkıyor. Hepsini okumak imkansız. Öykü okumak ayrı bir keyif.

Selahattin Avcı: Büyük bir keyifle dinledik sizi. Öyküdeki kalıpların bir kalıbın içine alınmadan, bütün kalıpları kendi oluş tarzıyla birleştirerek farklı öyküler okuduk. Bir bahçedeki farklı ağaçlardan farklı meyveler yer gibi. Bir yere yaslamadığınız zaman sanatın kendi gücü çıkıyor. İllaki bir yere yaslayıp bitirdiğimizde yaratıcılık adına her şey ölü doğabilir. Çehov’un metinleri kurucu metinler dediğimiz başlangıcı ifade eder. Uzun kalıyor bu metinler. Camus, Kafka yüzyıllar sonra da kalacaklar, var olmaya devam edecekler. Kurucu metinlerin değişim söz konusu olduğu zaman kurmaca, üst kurmaca, dil anlatım, post modernizm diyoruz birçok kavram atıyoruz ortaya bu metinler bu karmaşanın içinde bir ada oluyor. Başlangıç ve sonrası için ilk olan her zaman için sığındığımız yer olur. Bu yazarlarının da varlığının bu şekilde değerlendirilmesi gerektiğini düşünüyorum.

 

Şahin Kelleci: Çehov bende bir mihenk taşıdır.  Çehov benim için çok önemli hem metinlerini okudum hem oynadım. Çok görmüş çok geçirmiş ve neyi anlatmak istiyorsa belirli dozda vermiştir. Çok ince hesap yapmıştır. Bu yüzden o evreni hemen yakalıyoruz.

 

Uğur Deveci: Çehov belirli bir doz kullanmıştır. Bu cümle çok hoşuma gitti. İzniniz olursa bunu kullanırım. Kalıplardan bahsetmişken Nezihe Meriç öykü yarışması düzenlendi. Öykü yarışmasının şartnamesi iki bin kelime ya da beş sayfa diyordu. Ben de kızdım bu duruma. Neden bu kalıplar olsun. Neden öyküler kalıplara sokulsun? Ben de iki bin kelimede biten bir öykü yazdım. Öykünün ismini de Bin Dokuz Yüz Doksan Beş koydum. Buna karşı koyuşlarda var. Fuat Sevimay’ın Gör Bağır’da Nasualı İsa öyküsü bu kalıpları yıkmaya yönelik. Çehov bunu çok hissettirmeden yapmış. Hem dönemine yakın bir dil hem değil.

 

Selahattin Avcı: Çehov tıkandığı anlarda insanların hikayelerini dinlemiş, onların içinde olmuş, onları seyretmiştir. Bir yazar odama kapanıp yazarım, hepsi gerçeğin kurgusu dese de canlılık yoktur orada. Bir yazar hem kendinden hem çevresinden alır. Bir bütündür bu.

 

Uğur Deveci: O halde Çehov’dan bir bölüm okuyalım. “Tanrı beni ılık kandan ve sinirden yaratmıştır. Bir organik doku da yaşama yeteneğine sahipse her türlü tahrişe karşı tepki göstermek zorundadır. İşte bende tepki gösteriyorum. Ağrı sızıya çığlık ve gözyaşlarıyla alçaklığa hiddetle çirkefeyse tiksintiyle karşılık veriyorum. Bence hayat dedikleri de esasen budur. Organizma ne kadar düşük düzeyliyse o kadar az duyarlı olur ve tahrişlere karşı o kadar zayıf tepki gösterir. Tersine organizma ne kadar yüksek düzeydeyse koşullara karşı tepkisi de o kadar enerjik olur.”

Yazar olarak sadece öyküm olmalı, gibi cümle kuranlara karşıyım. İnsan neden yazar ki? Çok güzel bir öykü yazacağım diye bir şeyler yazılmaz. Yazdıklarımız aslında birer tepki. Yazdıklarımızın hayatımızın dışında olması mümkün değil. Çocuk ve Gölge’de Ursula K Le Guin masalların bile nasıl gerçek olduğunu anlatır. Yazı yaşamdan kopamaz. Yazdıklarımı, beni yazmaya iten şeyleri bazen sonradan anlıyorum. Üzerinde çalışılmış bir metni gerçekten koparamazsınız.

Esma Nur Yılmaz: Platon’un Mağara metaforu var. İnsanın taklidin taklidi… Ben de yazıyorum. Şunu fark ettim yazarak. Yazdıklarımız evet kurgu. Ne kadar çok gerçeğin kurgusu olursa o kadar yakınız yazdığımız metne. Tavşan ve Kaplumbağa öyküsünün de kaynağı sonuçta insan.

 

Özlem Gece Eraslan: İnsanın kafasından geçen şeyler biraz gerçek değil midir? Yazılan bir şeyin tamamen kurgu olduğunu söylemek zor. Yazarlar biraz daha dil anlatım yönünden süslü cümleler kuruyorlar. Bir insanın kafasından geçebilen şey gerçektir. Hayalin dahi altında bir gerçek var, oradan beslenir.

 

Esma Nur Yılm: Gerçeğin tam olarak kendisini yansıtamayacağımız için taklidin taklidini yapıyoruz. Gözlem gücüyle ilgili sanırım.

 

Uğur Deveci : Çehov aslında süslü cümleler kurmaz. Tolstoy’un süslüdür dili. Ursula K Le Guin Savaş Ve Barış için Tolstoy’un girmediği yerleri mükemmel bulur. Çehov öykülerine kendisini pek karıştırmaz. Tomris Uyar’da yazmak aslında silmektir der.  Çehov’ da yazmak çizmektir demiştir. O dönemde üstünü çiziyorlarmış. Şu an siliyoruz. Yazarların dili çevirmenlerle de ilgili.  Ergin Altay’ın dili biraz süslü. Nuri Yıldırım’ın çevirileri daha sade. Çehov’un dilinin sade olduğunu düşünüyorum.

 

Baran: Meşhur tüfekten bahsetmek istiyorum. Öyküde tüfek duvarda asılıysa patlamalıdır. Eğer patlamayacaksa orada olmamalıdır. Sanki sadeliğe çağrı gibi…

 

Uğur Deveci : Italo Calvino’nun  hafiflik dersleri var. Kar örneğini verir. Kimi karı dağda kütle olarak adlandırır kimi de havada. Bilgiye duyulan sadelik için yazara teşekkür etmek gerekir. Sadeliğe ulaşmak ağdalı dilden yazmaktan daha zor… Kara kalem resim gibi düşünmek gerek. Biraz kaçırdığın zaman koyulaşır ya da açılır.

Demet Eşmekaya: SAİT Faik öyküleri gerçekten sade.

 

Uğur Deveci : Çok güzel, sadeliğe ve akıcılığa uygun bir dilimiz var.

 

İlkay: Çehov sözü tanrılar ve krallardan almış halka vermiştir. Teşekkür ederim paylaşım için.

 

Sadık: Keyifli bir paylaşım oldu. Çehov önemi hiçbir zaman kaybolmayacak bir yazar. Duvarda tüfek patlamalıdır sözü bin yıl sonra bile kalacak.

 

Özlem Gece Eraslan: Yeni kitabınız nereden çıkacak?

 

Uğur: İthaki Yayınları’ndan aralık ayında çıkması planlanıyor. Kulübe 1984 Yayınlarından çıktı. O da ilerleyen zamanlarda İthaki Yayınları’ndan yeni baskısı yapılacak.

 

Özlem Gece Eraslan: Yeni kitabınızı sabırsızlıkla bekliyoruz.

 

Uğur Devec: Çok keyifli bir paylaşım oldu. Çok teşekkür ederim.

 

 

 

Loading

Sosyal Ağlarda Paylaş:
Önceki Yazı

KOLEKTİF-SÖYLEŞİ

Sonraki Yazı

KARŞI DUVAR / M. GÖKHAN ÜVEZ

post-bars

Bir Yorum Yapın