BEŞ LİRALIK HİKÂYE / M. GÖKHAN ÜVEZ
Sokaklarda aylak aylak geziyordum. Ayaklarımda indirim marketlerinin birinden aldığım otuz liralık ayakkabılar, üzerimde artık kendisini giymemem için her sabah bana yalvaran en sevdiğim kot pantolonum ve ekürisi olan soluk benizli mavi tişörtüm vardı. Sakallarımı kesmeyeli yaklaşık bir ay olmuştu ve adeta diplerini kemiren milyonlarca karınca bu lanet bir ayın her anını bana acımasızca hatırlatıyordu.
Sol elimi boş sandığım cebime attığımda cebimde sıkışıp kalmış son beş liramı fark ettim. Cebimden çıkarıp kendisiyle yüzleştim. Sanırım o da akıbetini düşünüp duruyordu. Yemek mi, yol mu olacağı konusunda umutsuzca suratıma bakıp:
“Kusura bakma yetemedim sana. Aslında cebin oldukça rahat, ama yalnız yaşamaktan da sıkıldım. Ne olur anla beni, iki yüz liralık bir banknotun yanında kendimi daha iyi hissedeceğim. Lütfen bir an önce harca ve bitsin bu acı dolu bekleyiş” deyiverdi.
Tamam, bunu şu an uydurmuş olabilirim ama olsun. O beş liranın bile bir hissiyatı olmalı sonuçta. Her insan gibi o da, küçük ve artık tek başına bir anlam ifade etmeyen kocaman bir sıfıra benziyor.
Terk edilmeye alışkın olmak bir yana, o beş liraya da diğer gidenler kadar hak vermiyor değildim. “Yalnızlık” demişti şair, “bir ağaç gibi tek ve hür” Ben de yalnızdım ama bir ağaçtan daha çok demir bir mile benziyordu benim yalnızlığım. Tek tarafı hep sivri ve o sivri olan tarafıyla değil de kör olan tarafıyla saplanıyordu içime; canımın acısını hafifletecek bir şey olmasını dilediğim gecelerin yıldızları ve ucuz şarap kokulu sabahların ilk ışıkları şahitti buna. Artık neden içtiğimle ya da neden bu halde olduğumla ilgili olarak fikir yürütecek bir durumda olmadığımı biliyordum. Yaptığım ya da düşündüğüm şeylere bir anlam yükleyemiyordum. Modern zamanların nakit ya da krediyle dönen düzeninin öğütücüsünde öğütülmüş bir posaydım sanırım daha çok; üzerine çekilecek sifonu bekleyen bir bok yığını gerginliğinde.
Kimi zaman olur öyle, yaptıklarına, yazdıklarına, konuştuklarına ya da anlattıklarına sen bile bir anlam yükleyemezsin. İşte böyleydi. “Sahi” diyordum yazarken, “Ben neyi yazıyordum?” ve ardından keder dolu ikinci soru “Ben niye yazıyordum?” Camus’nun Yabancı’sındaki karakter ne yapmıştı? Herifin tekini vurmuştu salak; bilerek ve isteyerek. Sebebi kendisine olan yabancılığının vardığı boyutun anlamsızlığından başka bir şey değildi. Camus, elemanın kendine gelip de korkudan altına yaptığı idam gününü yazarken epey eğlenmiştir sanırım ama gerçekler öyle değil ki. Bunca yabancılaşmayı yaşayan biri olsa olsa yaşadığı her şeyin bitmesinden son derece keyif alabilir ancak.
Huzur…
Bir ipin ucunda sallanırken veya bir giyotin sehpasında boynuna inmesi için keskin olmasını umduğu bıçağı beklerken, başka ne hissedebilir ki insan; cebimdeki o beş lira gibi, tutunamadığı nemli ve kaygan hayata son bir defa bakıp geride kalanlara son bir defa daha acımak dışında?
Hayatının anlamını yitirenler kulübü kurmak istiyorum. Bok gibi para kazanıp, iri organlı adamlarla düzüşmek dışında hayatta her zevki yaşadıktan sonra, “geriye ne kaldı ki?” düşüncesine sahip ama kafasına sıkacak cesareti olmayanları toplayıp, toplu bir katliam seansıyla, bu şımarıklığa bir son vermek; Ağrısız sancısız, inançları ve inançsızlıkları kadar koyu ve kesif bir katliam…
Nazilerin insanlığa nadide katkılarından biri sanırım, katliam türleri. Sahi, hiç düşündünüz mü bir insanı öldürmenin kaç yolu olduğunu? Reading Zindanı Balad’ında Oscar Wilde ne yazmıştı:
“Korkaklar öpücükle öldürür
Yürekliler kılıç darbeleriyle”
Siz hangi ölümü seçerdiniz veya hangi katliamı?
Çok saçma!
Hayatın anlamı yani… Şili biberini yoğurtla yemek gibi bir şey. Acıyı sek almak yerine, ucundan tadıp, devamında acıyı bastırmak gibi. Sonunu izleyemediğimiz kederli ve sıkıcı filmler gibi. Hayatımızın tam ortasında dikilen anlamsızlığımız gibi. Kendiliğinden geçmesine dayanacak direncimiz olsaydı o biberin acısını Aristo’ya ithaf edebilirdik ama yok ne yazık ki. Kenarından yaşanmış heyecanlar, kıyısından ısırılmış o fırından yeni çıkan ekmek ya da ne bileyim, asla sonuna vardıramadığımız ihanetlerimiz gibi… Yaşıyoruz… Her şeyi bok edip, geride bıraktığımız şaheserlerimizin değerli olduğunu düşünüp, “Hayatımı yazsam roman olurdu” diye düşünüyoruz. Kısmen doğru bir önerme bu. Yani hayatınız diyorum, bir roman olurdu belki olmasına ama kim kendininkiyle aynı tona hatta aynı sona ait bir romanı okumak isterdi ki?
Tüm dünyanın aynı anlamsızlıklar içinde yaşadığının farkına bir tek yazarlar ve filozoflar mı varıyor acaba? Belki de. Onlar da ya kendi pisliklerinin içinde boğuluyor ya da bir yerlerde bir şeyler içip, hayatlarını, her normal insanın biraz ıkınmayla düşünebileceği fikirleri üzerine harcadıkları için kendilerini suçluyorlardır. Ola ki yaptıklarından dolayı gurur duyuyorlarsa, karıncalar sıçsın mezarlarına. O kadar!
Bir penguen belgeselinde penguenlerin ayaklarının neden donmadığını izlemiştim. Bir penguenin bile umurunda olmayan bir konu için hayatımdan tam 1 saat ayırmıştım bu konuya, üstelik ayazı taşaklarıma trampet çaldıran bir kışın ortasında ve üstelik tek sorumluluğunun kendini ısıtmak olduğunu sanan elektrik sobam çalışmazken.
Hayatımın 1 saatini akıttığım penguen belgeselinden öğrendiklerimden en önemlisi, hiçbir penguenin hayatına bir anlam yükleme gayretinde olmadığıydı. (Amaç: Melek yüzlü cani ruhlu foklara veya orcalara yem olma! Balık avla! Ye iç ve çiftleş!.. Ha bir de becerebilirsen yumurtadan çıkan bebelerine bak!) Sanırım, imkân olup da bir penguen olmak hayatta verilecek en güzel karardır. Praym taymda on dört yaşında çocuklar, legal gaz fişekleriyle öldürülürken başka bir yarım kürede meşhur olma şansını başka türlü kaç hayvan yaşayabilir ki?
Kış yine geliyor, uzun zaman oldu bu yazdığımı tamamlamak için fırsat bulamayalı. Araya bir de salgın hastalık girdi. Memleket, yarı zamanlı karantina altında… Muktedirler dâhil, kimse kimsenin umurunda değil. Ölüm ülkeden tek çıkış bileti. Yaşamak, çaresi bulunmayan bir başka çile kalanlar için. “Araf yolcusu kalmasın!” diyor gecenin sesi; irkiliyorum ama kendime gelemiyorum bir türlü. “Nasılsın?” Sorusunun yanıtlarından biri olsam, hani “Ateş gibiyim donuyorum” deyivereceğim; “Tenakuz abidesi olmaya namzet bir ülkenin, içine sürgün insanlarından biriyim”
Kendimi ülkeden soyutlamaya çalışırken, Bach’ın çello süitinin “Prelüde” kısmına düşüveriyorum. Fa anahtarının mutedil cazibesi belki de yaşadığım. Müziğe kaptırmış giderken bir tür mutlak yalnızlık hüznü çöküyor üzerime. Sisyphos gibi bir taşın veya Don Quijote gibi amansız bir maceranın peşinde geçen manası meçhul bir ömür işte; sıradanlığından bahtiyar… Kafka’nın bir sözü çınlayıveriyor kulaklarımda o an. “Yazmak” diyor, “Mutlak bir yalnızlıktır, kendi içindeki buz gibi uçurumlara düşmektir”
“Peki ya anlam?” diyorum içimi Sartre’ın bulantısı kaplarken ığıl ığıl. Anlamı olmayan bir varoluşa, Samsa’dan aldığı tamahkâr öpücüklerle uyandırılan bir ekmek kırıntısı olsam, o kadar tiksineceğim kendimden. İnanıyorum ki bir gün tüm dünya tiksinecek kendinden, günahsız olanlar en başta tabi ki.
Bir gün bir psikolog arkadaşımla dertleşirken, işaret parmağımla başparmağımı birbirine iyice yaklaştırıp, “Varoluşçularla aramda işte şu kadar fark var” demiştim. “Onlar anlam kaygısı güdüyorlar ama benim öyle bir kaygım kalmadı. Mana diye bir şey yok, amaç da çok şahsi bir sorun. Makro evrenin ortasındaki gereksiz mahkûmlarız, anlam aramaya vakit ayıracak kadar da şımarığız üstelik. Oysa ahlak ve etiği dinlerden kurtarınca başlayacak her şey. Burnumuzu soktuğumuz bokun kokusundan farkına varamıyoruz sadece hepsi bu”
“Peki, bu anlamsızlık sana ne katıyor?” diye sordu hemen.
“Özgürlük!” diye yapıştırdım cevabı.
Özgürüm sadece -fikirsel olarak en azından-. Bir anlam kaygısı taşımamanın verdiği huzurla, yalnızlığımla kadeh kaldırıyorum kimi geceler; bir amaç için dünyaya geldiğini düşünenlerin, Cosmos takvimindeki salisenin yüzde biri kadar süren hayatlarına.
Baroktan sonra dön dolaş Blues’a geldim yine… Amansız bir hastalık gibi sarıyor ruhumu bu müzik; yılgın, karamsar ve ümitsiz çoğu kez. Kimi zamansa cam arkasından izlediğiniz kış güneşi kadar sahte bir sıcak. Cebimdeki beş liraların sayısı arttı bu aralar. Kendi aralarında birleşip, bir paket sigara bile aldırıyorlar ara sıra. Hepsi iyi çocuklar aslında ama temelleri kötü. Bir gün yolda bir beş lira bulursanız kıymetini bilin diye söylüyorum. Beş liralık hayatları, en az sizin kadar yalnız ve en az sizin kadar kederlidir inanın.