M. FIRAT PÜRSELİM’LE SÖYLEŞİ / KOLEKTİF
Mehmet Fırat Pürselim “Yazar, aslında kısa kısa mektuplar bırakır yazdıklarının içine.”
Tersakan sanat olarak Mehmet Fırat Pürselim’le kitapları, öyküleri, sanat yolculuğu üzerine online olarak söyleştik.
Demet Eşmekaya Selçuk: Tersakan Sanat için kendinizi tanıtır mısınız? Kimdir Mehmet Fırat Pürselim?
Mehmet Fırat Pürselim: İnsanın böyle kendini anlatması zor. Araya zaman zaman siz de girerseniz, sizin de merak ettiğiniz bazı şeyler olursa seve seve yanıt veririm. 1975 yılında Antalya’da doğdum. Üsküdar Anadolu Lisesini ardından İstanbul Hukuk Fakültesini bitirdim. Serbest avukatlık yapıyorum. Genellikle sorarlar; ne gibi davalara bakıyorsunuz diye ben de piyasa avukatıyım deyip geçiştiriyorum ama insanlar daha da açmamı istiyorlar. İş davaları, aile hukuku, tazminat gibi davalara bakıyorum. Dedem ceza reisiydi, ceza avukatı olma düşüncesindeydim fakat cezanın bana göre olmadığını fark ettim. Edebiyata genellikle ceza davaları konu olur. Edebiyatın içine ceza davaları girer, polisiye üzerinden ama inanın zor. İnsanı cidden yıpratan bir şey. Ceza avukatlığı yapıyorum ama çok fazla değil, bir ara CMK ( Ceza Muhakemesi Kanunu) yapmıştım. Arabuluculuk geldi, dört beş senedir arabuluculuk yapıyorum. Yakın bir zamanda sosyolojiyi bitirdim. Severek okudum iyi ki bu yaşımda da olsa okudum diyorum. Beni bayağı besledi, çok da memnun kaldım. Temel olan insanın kendini yetiştirmesi aslında. Bunların dışında lise yıllarına dönecek olursam şiir yazıyordum herkes gibi, şiir baktım olmuyor, şiiri bırakıp aslında şiiri bırakayım kararıyla değil de şiir bana yetmiyor diyeyim. Şiirin yetmediği yerde kafamdaki öykü projelerini toparlayıp yazmaya başladım. Şiir yavaş yavaş benden uzaklaşıp koptu. Belki beni besleyecek damarlar yoktu, belki şiir konusunda o kadar da iyi değildim. Öykü yazmaya üniversitede başladım, bitmiş öykülerim yoktu. Kafamda sürekli öykülerle haşır neşir oluyordum ve defterlere yazıyordum. Defterlere yazıp yazıp bırakıyordum, bitirmiyordum. Onlarca defter doldurdum ama bitmiş bir tane öyküm yoktu. Askerlik, ardından iş hayatı derken kendi kendime dedim ki bir şey yapmayacak mıyım? Hepsi bu kadar mı? Bir şeyler yapacaksam hemen şimdi yapacağım, bu dönemde yapacağım.
Kafamızda hep şu vardır: Kitapları okumak için yaz tatillerini, olmadı emekliliği bekleriz. Her zaman erteleriz, en doğru zaman içinde bulunduğumuz andır.Yazacaksam şimdi yazacağım ya da hiçbir zaman yazmayacağım.Yazmaya başladım, hep yazdım.On yıl yazdım.Yazdıklarım dergilerde yayımlandı, bir sürü yerden ödüller aldım.Defalarca anlattım belki siz de duymuşsunuzdur.Kuşağımdaki yazarlar içinde en muzdarip olan bendim . On yıl benden başka bekleyen yoktur galiba.Yazdıklarımın kitaplaşması için defalarca kabul edildim ama bir şekilde sonuca ulaşmadı. On yıl bekledim. Süreç içerisinde dört ya da beş dosyamı her seferinde çöpe atıp yeniden yeniden yazmaya başladım ,kötü yazdığımı da düşünmüyordum, en sonunda 2010 yılında ilk kitabım Hayat Apartmanı çıktı ve Naim Tirali öykü ödülünü aldı, o ilk adımı atmak önemliydi. Sonrasında Emanetimdeki Hayatlar romanı geldi.Akılsız Sokrates hem Türkan Saylan hem de Orhan Kemal öykü ödüllerini aldı. Sakarmeke’yi yazdım. Çocuklar ve yetişkinler için yazdıklarım var. Gençlik korku romanlarım var. İlk gençlik romanım Şamanların Sonuncusu’nu yazdım, öyle böyle gidiyor işte.
Arada kitap yorumları, programlar yaptım.Yeşil Gazete’de, Edebiyatist’te, başka dergilerde editörlük yaptım. Bir süre sonra yoruldum, benim katabileceğim başka bir şey olmadığını anlayınca bıraktım.
Sadık Çil: Bize okuma serüveninizden bahseder misiniz? Sizi etkileyen size yön veren yazarlar kimlerdir?
Mehmet Fırat Pürselim: Hukukçu olmamın da etkisi var sanırım.Dostoyevski, Kafka benim başucu yazarlarım. Kafka’nın “Şato, Dava, Ceza Sömürgesi, Dönüşüm, Babama Mektuplar” kitapları önümüze koyulan cezanın açık ya da geri planda bizlere yansımasıdır. Hıristiyan ahlakına gidip insanların günahlarıyla doğması sözüne paralel olarak bütün Kafka romanlarındaki kahramanlar cezalarına suç ararlar. Ortada bir suç yoktur ama ceza vardır. Kafka bu anlamda çok sarsar ve etkiler.Dostoyevski’de tabii ki Karamazov Kardeşler’de olduğu kadar Suç ve Ceza romanında da böyledir. Suç ve Ceza’yı sorgularken aslında oradaki tefeci kadını da bir yandan sorgulayabiliriz. Konuşup tartışabiliriz fakat tefeci kadının kardeşi tamamen suçsuzdur ve öldürülmüştür. Gerçekten suçlu mudur, suçsuz mudur? Bunların tamamını konuşup tartışılabiliriz. Kendi içimde bunun muhasebesini çok yapıyorum. Yazdıklarımda da suç ve ceza var, onun ötesinde toplumsal konular da öne çıkıyor. Başucu yazarlarım bana yol gösterenler bunlar ama daha sayarsam yüzlerce yazar sayabilirim. Hepimizin de hayatına birileri mutlaka etki etmiştir.
Selahattin Avcı : Akılsız Sokrates ve Sakarmeke’yi okudum.Her iki kitabın ortak alana taşındığı yerler var; toplumsal meselelerin, olayların geniş ve bütünsel bir zamanda aktarılması. Sakarmeke’nin ironisi ,metaforik yönlerinin daha ağır bastığını görüyorum.Sizin her şeyden önce içeriğe odaklandığınızı düşünüyorum.Üslup muhakkak kafanızda hep vardır fakat anlatımınızda içerik her şeyin önünde duruyor. Siz ne dersiniz bu konuda?
Mehmet Fırat Pürselim: Derdim var ve derdimi anlatıyorum. Edebiyat elbette bir dert anlatma aracı değil. Dert derken de kişisel dertlerden ziyade toplumsal dertleri kast ediyorum. Edebiyat bir şeylere hizmet etmeli midir? Sürekli tartışılan bir konudur aslında. Hizmet etmek derken derdinizi anlatıyorsunuz, burada hepimiz hem fikiriz ama esas olan edebiyat, edebiyatın içinde derdinizi öyle güzel verirsiniz ki edebiyattan ödün vermeden toplumsal sorunları anlatırsınız. Ajitasyon, ne bileyim “kör parmağım gözüne” sokarak değil de edebiyatı önceleyerek, bunun kalıcı olduğunu düşünüyorum. Birtakım şeyler var, biz bunların belki de altını çiziyoruz, geçmişte bazı şeyler yaşandı, bundan sonra yaşanmasın. Maraş Katliamı’nı düşünelim ;tarih kitaplarından mı, edebiyattan mı okumak istersiniz? Edebiyat bize anlama hissi verir. İnci Aral’ın “Kıran Resimleri” adlı romanı Maraş Katliamı’nı net bir şekilde anlatır. Sayfalarca anlatan birçok gazete, ansiklopedi bizde edebiyattaki hissi uyandırmaz. Edebiyatla geçmiş arasında bağ kurarız ve yüreğimize işler, geçmişi unutmayız. Edebiyatın da bir görevi olmalı mıdır? Bunu çoğunlukla sorguluyorum fakat bunu görev bilinciyle yapmamak gerekiyor. İnsanın bir derdi olmalı, benim edebiyatımın bir derdi var. Ben de o derdi anlatıyorum. Sakarmeke ve Akılsız Sokrates’e dönersek Sakarmeke benim en bilerek yazdığım kitap. Hayat Apartmanı kitabına kendimden çok şey girmiştir. Hayat Apartmanı, Emanetimdeki Hayatlar kitaplarında da toplumsal sorunları anlatıyorum hatta annemin bir sözü de var “Oğlum sen ne yaşadın, biz sana ne yaşattık ki bunları böyle anlatıyorsun.”
Emanetimdeki Hayatları insanlara çok fazla tavsiye etmiyorum, bunalımdaysanız hiç okumayın diyorum. Okuyacaksanız plajda okuyun elbette plajda okunacak bir kitap değil şaka yapıyorum .Depresif bir kitap, yazarken beni ciddi anlamda depresif bir hale soktu. İçim kanadı. Okuyanlar da bıraktıklarını söyledi. Akılsız Sokrates aslında bir dönüşümün kitabı oldu benim için daha dolaylı daha ironik bir anlatımın başlangıcı sayılır. Sakarmeke devamında daha bile isteye yazdığım ironik bir kitap. Akıp giden, doğrudan değil de dolaylı anlatımla ilerleyen bir kitap. Fuat Sevimay’la, Aykut Aktaş’la tartışmıştık, Akılsız Sokrates’ten sonra Sakarmeke geldiği zaman bana başka bir şey yazdın, daha önce anlattıkların farklıydı, şimdi başka bir şey olmuş, bu doğru mu, seni okuyanlar ne düşünecek? Dediklerinde ne yaptığımı çok iyi biliyordum. Bundan sonra yazacaklarım nereye gider, ne yaparım bilmiyorum. Bu arada üç yıldır herhangi bir öykü yazmadım.
Selahattin Avcı : Sakarmeke’de kuşlar kendi varlıklarıyla ,metafor olarak, kişi olarak varlar. Kitap boyunca kuşlarla yolculuğa çıkıyoruz sanırım.
Mehmet Fırat Pürselim: Aslında kuşlar bütün öykülerde varlar. Yazarken pek farkında değildim, bütün öykülere ucundan bucağından kuşların girdiğini, kitabı bitirdikten sonra fark ettim.Kuşlar üzerinden metaforları çok kullandım.Kuşlar deyince hep özgürlüğü düşünüyoruz ama bir yanıyla tutsaklık, göçmenlik, yurtsuzluk, yersizlik, yuvadan ayrılma durumu. Hepsini içinde barındıran bir anlatı, açıkçası kitabın bu yönü beni çok mutlu etti.
Sadık Çil: Sevdiğiniz ve etkisinde kaldığınız kitapları çok iyi analiz ettiniz. Bunun için ayrıca teşekkür ediyorum.
Mehmet Fırat Pürselim: Ben teşekkür ederim.
Nuray Cihan Gündüzalp: Sakarmeke’yi elime aldığımda roman diye yazıyordu ama içinde öyküler vardı.
Mehmet Fırat Pürselim: O bir hata, sakınan göze çöp batar misali, yani göz göre göre oldu. Olacakla öleceğin önüne geçemiyorsunuz ya tam anlamıyla öyle oldu. Söyleyince tamam düzelteceğiz ,dediler.Son baskıya girmeden önce editörümüz de düzeldi mi diye sordu.Tamam dediler .Son baskıya girdi, baktım aynen duruyor, demek ki olacağı varmış.Nazar boncuğu olsun, yapacak bir şey yok. Öyküleri defalarca okuyorsunuz, gözünüzden kaçan yerler oluyor, okur bir okumada hataları önünüze seriveriyor. Ne diyelim hatalarıyla da güzel.
Baran Arslan:Üç ay önce okudum Akılsız Sokrates’i. Sadece bu kitabınızı okudum. Esprili bir diliniz var, mizaha açık gülümsetiyor bazı öyküleriniz. “Eski Günlerdeki Gibi” öykünüzde öykü kişisinin birahanede bir kızla karşılaşıp onu gözüyle taciz etmesiyle devam eden ve kızın yanına yaklaşınca bir arkadaşının kızı çıkmasıyla içinde bulunduğu durumu yansıtmanız burada çok güldüm. Şu sahneye bak, dedim. Aklımda kalmış sahne. Bu gibi sahneler kitabı besliyor, kuvvetlendiriyor. Bu anlamda güzeldi.
Öykülerinizde aklımda kalan orta yaş bunalımı, evlilik, evliliğin insanları sürüklemesi, terk edilmişlik hissi. Kitaplarda ,filmlerde psikolojik alt yapıyı ararım.Orta yaş bunalımı, aileden kaçış ne anlam ifade ediyor öykülerinizde?
Mehmet Fırat Pürselim: Sonuçta hepimizin hayatında olan şeyler. Yazılanlara birebir yazar üzerinden değil de genel bir çerçeveden bakmamız gerekir. Etrafımızdaki insanların işsizlik hallerini, orta yaş hatta ileri yaş hallerini, erkeklerin buhran hallerini, buhrana kapıldıkça saldıran hallerini, saldırdıkça komik hallerini yazmaya çalıştım. Zaman zaman kendimizin de yaşadığı durumlar var elbette. Bir yanıyla her şeyi toparlayıp anlattım, diye düşünüyorum. Akılsız Sokrates’in kentli insanı ve orta yaş erkekleri anlatan bir yanı var. Etrafımızdan bir şeyler alıyoruz. Kendimizden, bir başkasından olsun yazıya kattıklarımızla bir harman yapıyoruz aslında. Yaşlandığımı görüyorum, başka yaşlananları da görünce ister istemez yazıya giriyor bazı şeyler. Çevremdeki evlilikleri görüyorum. Gördüklerimi anlatmaya çalışıyorum. Aile hukukuyla bir hayli haşır neşirim, ağırlıklı olarak da kadın tarafının avukatlığını yapıyorum. Evliliğin doğası insana ne kadar uygun ne kadar uygun değil ama evli olanlar keşke bekar olsam diye düşünür. Bekarlar da evlenmeye koşarlar. Doğrusu nedir diye sorarsanız, bulunamamış olandır. Çözülememiştir .İnsanlara verilen bir düzen, bu düzen içinde yaşıyoruz. Toplumsal olarak da bakabiliriz uygun mudur diye. İnsanoğlunun devam ettirdiği bir süreç fakat bir yanıyla da evliliğin sorgulanması hiç bitmeyecek.
Baran Arslan: Orta yaş erkek krizi umarım abartı kaçmadı.
Mehmet Fırat Pürselim: Kitapta orta yaş erkek krizi tabii ki var. Akılsız Sokrates’te de Sakarmeke’de de var. Diyorum ya anlatırken etrafınızdan besleniyorsunuz. Beslendiğiniz kaynakları iyi kötü süzgeçten geçirip yazının kollarına bırakıyorsunuz. Bir insanın yaşadıklarını kendiniz yaşamamışsınızdır ama kendinizden kattıklarınız da olabilir. Doğal olarak insanı anlatırken bu da dahil insanlığın içine.
Özlem Gece Eraslan: Bazı kitaplarınızı bulamadım. Basımları yok.
Mehmet Fırat Pürselim: Önceki kitapları tekrar gözden geçirdikten sonra İthaki’yle basacağız fakat benim üzerinde biraz çalışmam lazım. O kitaplara tekrar bakmam lazım. Kafamdaki düşünce bu şekilde. Hayat Apartmanı ve Emanetimdeki Hayatlar’ı tekrar gözden geçirdikten sonra okurla yeniden buluşturmayı düşünüyoruz. Çocuk ve gençlik romanlarım da Sia’dan çıkıyor ve çıkmaya devam edecek.
Özlem Gece Eraslan:Gençler, gençlik kitaplarına epey düşkünler .Soracağım soruya konuşmalarınız içinde cevap verdiniz .Akılsız Sokrates’teki karakterlerin ya da sokakta gördüğümüz insanların yüzleri ,tavırları,düşünceleri daha çok kişisel tarihleri gibiydi birkaç öykü dışında. Berkin’in, Pippa’nın, gelinlerin hikâyelerini ayrı tutuyorum. Ayrı tuttuklarım benim için oldukça etkileyiciydi.
Mehmet Fırat Pürselim: Gelinlerin hikâyesi fazlasıyla sert ama bile isteye bu kadar sert. Sorgulayabiliriz elbette. Edebiyatta bu sertlikte yer almalı mıydı? Bu sertliğin orada olması gerektiğini düşünerek yazdım.
Özlem Gece Eraslan: Pippa’dan yola çıkıp çocuk gelinler daha da sert olabilirdi diye düşünüyorum. Maalesef üçüncü sayfalarda görüyoruz bunları.
Nuray Cihan Gündüzalp:Beyaz Gelinlik’te üç öykü bir aradaydı. Hikâye sonlarındaki tekrar cümleler hikâyeyi ortaklaştırıyordu. Yaşanan aynı acılar. Şiirseldi bir yönüyle de.
Mehmet Fırat Pürselim:Aynen katılıyorum söylediklerinize.
Özlem Gece Eraslan:Beyaz Gelinlik’ten çok etkilendim.Sarsıldım.Bugünlerde mizojini (kadın düşmanlığı) çalışıyorum, belki de bu yüzden çok etkilendim. Sakarmeke’yi daha çok beğendiğimi söylemiştim. Sakarmeke’de daha çok kurgu gitmişsiniz. Distopik öykülerinizi çok beğendim, Erektus Kalesi ile Ledli Zamanları.
Mehmet Fırat Pürselim: Distopik denediğim oldu ama ortaya çok dökmedim. Bir gezi kitabı yapmıştık orada distopik bir öykü vardı, çok fazla denediğim bir tür değil ama severek yazdım,bunu söyleyebilirim.
Özlem Gece Eraslan: Avrupa’da,Uzak Doğu’da yapılıyor. Türkiye’de ezoterik, metafizik üzerinden distopik bir hikâye yazılabilir mi? Avrupa’da genelde distopyayı din felsefesi üzerinden kuruyorlar.
Mehmet Fırat Pürselim: Evet, çok sorguluyorum bunu.
Özlem Gece Eraslan:Bence çok iyi olmuş. Sadece distopyadan oluşan öyküler ya da roman yazmayı düşünüyor musunuz? Türkiye’nin distopya yazan bir yazara çok ihtiyacı var. Bu tarz kitaplara ihtiyacımız var, diye düşünüyorum.
Mehmet Fırat Pürselim: Çok teşekkür ediyorum.Sadece distopyadan oluşan bir kitap kafamda şu an için yok. O iki öykü Sakarmeke’nin dışında duruyormuş hissi veriyor belki biraz Atatürk Yalnızlığı’nı da katabiliriz. Atatürk Yalnızlığı’nın daha yumuşak, duygusal bir yanı var. Ledli Zamanlar ve Erektus Kalesi tam bir distopya. Öyküleri ara ara bu şekilde yazabilirim. Sadece distopyadan oluşan öykü kitabı ya da roman şu aşamada kafamda yok ama olsa tabii ki güzel olurdu. Sanat da biraz bunun için var. Sevdim bu tür anlatım şeklini anlatmayı da düşünüyorum sadece bunun üzerinden kitap çıkarmayı düşünmüyorum.
Demet Eşmekaya Selçuk: Akılsız Sokrates ve Sakarmeke adlı öykü kitaplarını okudum. Öykü tanımınızı soracaktım.Öykülerinizde umutsuzluk sezdim.Umudu taşıyan öyküleriniz azdı bana göre. Korku, distopya, yaşlı kötücüllüğü, baba kötülüğü olumsuz olabilecek insanın içini acıtan ne varsa karşımızda.Gelinler, göçmenler ,martı öykünüz bunlar çok dokundu bana. Kitabı elime aldım,bıraktım; aldım bıraktım etkilenerek okudum. Bu bağlamda öykü tanımınızı merak ediyorum.Dünya iyi bir dünya değil. Edebiyat, olan durumu mu yansıtmalı yoksa biraz da olsa umut bahşetmeli mi okuruna?
Mehmet Fırat Pürselim:Aslında daha karamsar daha kötümser yazıyordum. Sakarmeke benim en ümit var kitabım. Kapaktaki kuşlar gökyüzüne uçuyor. Orada bir umut var. Öykülerin genel olarak sonunda örneğin Ledli Zamanlar öyküsünde kör gözleriyle etrafımızı sarsalar da sonunda bir güneş var. Turna Güneş ülkesine gidiyor. Hepsinde bir umut olmasını istedim. Martı Avcısı’nda da gökyüzüne yükselme var. Sonuçta okur ne hissettiyse önemli ve kıymetli. Umutsuz değilim. Öykülerimde de umudu taşımaya çalıştım aslında. Ne kadarı okura geçti ne kadarı geçmedi tam olarak bilemem. Yazarın da böyle bir amacının, misyonunun olduğunu düşünmüyorum, olmamalı da zaten. Umutlu olmak istiyorum elbette okuyanlar da umutlu olsun. Umutsuz olmaya hakkımızın olmadığını düşünüyorum. Gökyüzü,güneş var. Hepimizin kanatları var, istersek uçabiliriz.
Sadık Çil: Aklıma şu geldi, üniversitedeyken öğrenci derneğimizde duvarda asılı bir söz vardı.“En güzel mavisini özgür günlere saklarmış gökyüzü/ derler ki bu yüzden kızıla keser güneşi uğurlarken” En umutsuz anlarımda bunu hatırlarım.Sosyal medyada bunu sık sık paylaşırım. Akılsız Sokrates’le okuyucuyu ters köşeye yatırdınız. Bunu belirtmek isterim.
Mehmet Fırat Pürselim:Kitap ilk çıktığında felsefe sitelerinde ayın felsefe kitabı diye tanıtımlar yapıldı. İkinci baskıda gene aynı şey oldu. Reklamın iyisi kötüsü olmaz, dedim. Kitap belki sukutu hayale uğradı ama içinde eser miktarda da olsa felsefe barındırıyor zannımca.
Sadık Çil: Akılsız Sokrates’i ilk elime aldığım zaman koy koy dolaşıp öykü öykü okuyarak bitirdim. Sonra da Adana’ya geldim. Özellikle Yedi Martı’yla ilgili en ufak bir yorum yapmayacağım hiçbir şey demeyeceğim. Onu yorumsuz olarak bırakıyorum.Bütün duygu katmanlarıyla Yedi Martı’ya yedi duygu katmanı bırakıyorum.Her ne kadar Akılsız denen zat-ı muhterem futbolun Sokrates’i, 82 Brezilyası’nın efsanesi. Bence Zico’dan sonra.
Mehmet Fırat Pürselim:Futbolun da filozofu derler.
Sadık Çil: Evet, orada öykünün kahramanı serkeş meydan okuyan bir hovarda, hayalleri yıkıldıktan sonra sanki bir erkek dünyasının anlatımı varken izlediğimiz bir film, kitap ya da öyküde satır aralarını okumak vardır ya o satır aralarını okuduğumuz zaman bir kez daha ters köşeye yatıyoruz sanırım .Akılsız Sokrates’in asıl kahramanı kazadan sonra futbol hayatı sönen o serkeş değil de öykünün asıl kahramanı oradaki kadınmış gibi geliyor. Kadının hâlâ mı adı yok?
Mehmet Fırat Pürselim: Kadının hâlâ adı yok. Nelerden vazgeçsek bile oradaki adamı anlatmama gerek yok. Anlatmak istediğim zaten o satır araları, satır aralarında gözüken şeyler sizin vazgeçtiklerinizin bir önemi yok. Büyük yenilgi yani yenilginin büyüğü erkeğe bahşediliyor. Kadına yenilginin büyüğü esirgeniyor aslında orada asıl yenilen kadın. Sürekli olarak erkek ne büyük yenildim ne büyük yenildim dese de kadının onunla evlenmesi asıl büyük yenilgiyi görmemizi engellememesi lazım.Satır arasında gördüğümüz aslında alt metin.Metni kurcalamak, metni kurcaladığınız zaman altından çıkan şey daha kıymetli oluyor. Üstten bir öykü akıyor, akan öyküyü okuyup evet güzel akıyor ama altta size başka şeyler veriyor mu? İkinci okuma ,üçüncü okuma yapıp neler görebiliyoruz. Camus okumalarına bayılıyorum. Her okuduğumda başka bir şey buluyorum, onun yanından bile geçemeyiz. Onun gibi çok katmanlı yazabilmek önemli bunun için uğraşıyoruz aslında. İnsan ve onun karakteri üzerine, kahramanlar üzerine anlatmayı seviyorum. Sakarmeke’de Ufak Bi’ Teslimat adlı öyküyü eğlenceli buldular. Evet ,bir yanıyla eğlenceli hikâyeydi ama ben orada işsizliği anlattım. Onun farkına vardıysanız önemli olan oydu.Metni biraz kazıdığınızda ne çıkıyor ortaya kıymetli olanın bu olduğunu düşünüyorum.Yazar, aslında kısa mektuplar bırakır yazdıklarının içine, bulunursa okur da yazar da sevinir.Böyle düşünüyorum.
Özlem Gece Eraslan: Öykülerinizde genel olarak kadın sorunlarını anlatma ya da kadınlar üzerinden onların sorunlarını dile getirme vardı.
Mehmet Fırat Pürselim: İlk yazdığım kitaptan bu yana ülkedeki kadın sorununu, kadına yönelik şiddeti anlatmaya çalıştım. İçimi acıtan bir durum. Yazmadan duramıyorsunuz. Düşünüyorum aslında yazmamızın bir faydası olacak mı? Sorguladığım bir durum. İsmail Kün abimiz var onunla çok kafa patlattık, edebiyat sorunlara çare olabilir mi, edebiyatın yararı var mı? Bir dönem böyle etkinlikler de yapmıştık. Bir yanıyla hiçbir işe yaramıyor. İnsanın umutsuzluğa kapıldığı oluyor. Biz bunları da yazdıkça toplum değişen dönüşen bir şey. Toplum sanatla, kültürle, sporla, felsefeyle haşır neşir oldukça konuşarak, okuyarak, anlayarak belki kültür dönüşümü olacak belki de bugün olmayacak ama birkaç kuşak sonra olacak ve umarım günü geldiğinde kadın sorunuyla ilgili mümkünse hiçbir şey yazmayalım. Yazma gereğini duymayalım.Yazma gereğini hissetmediğimiz günlerin gelmesini diliyorum. Biliyorum, içimizi acıtıyor. İçimizi acıttığı için yazmadan duramıyoruz.
Özlem Gece Eraslan: Erektus Kalesi’nde, kadınların erkekleşmesi gerektiğine dair -biyolojik olarak- vurgu mu yapıyordunuz?
Mehmet Fırat Pürselim: Erkekleşirken de problem aslında, erkekleşmek değil de erk olmaları yani erk zehirlenmesi en büyük problemimiz de bu zaten .O öyküde birileri kurtulacaksa kadın ya da erkek değil erki terk edenin kurtulmasıdır. Erkekler tabii ki dünyayı mahvettiler, yaşanmaz hale getirdiler. Alternatif olarak ne sunacağız, ne getireceğiz? Hikâyede anlatılan yine aynısını yaşayacaksak burada da sıkıntı var demektir. Erkin insanı dönüştürmesi, değiştirmesi problemidir aslında.
Selahattin Avcı :Az önce edebiyat kişiye ne kazandırır kimi neye dönüştürür gibisinden açıklamalarınız olmuştu. Özellikte modern zamanda en ihtiyacımız olan şeyin kitaplar olduğunu söyleyebilirim.Hayatın hızlı aktığı bir zamandayız, hızın panzehiri durmaktır ve oldukça yavaşlamaktır. Bizim durmamızı kitaplar sağlar. Durmak, devamında odaklanma biçimimize şekil verir. Anlamı çoğaltmak, onu parçalara ayırmak durmayla olur. Durdukça düşünmeye başlarız ve düşünmeye başladıkça varlığımızla baş başa kalırız. İşte bunlara kitap lazım yani ihtiyaç duymalıyız. Balık Atlası öykünüzde kişinin kitaplar üzerinden dönüşümünü görmekteyiz. Metnin içinde kitapların olması okuyucuya kılavuzluk etmektedir yani büyük bir zenginliktir. Metinlerarasılığı da Post Yabancı öykünüzde gayet başarılı buldum.
Mehmet Fırat Pürselim: Metinlerarasılık hatta disiplinlerarasını seviyorum. Mehmet Bayraktar resimler yapmıştı, yaptığı resimlere öyküler yazmıştık. Mehmet Bey’in sergisi çok farklı olmuştu. Disiplinlerarası çalışabilmek müziğin,resmin öyküsünü yazabilmek Post Yabancı’da iyi kötü yapmaya çalıştım. Yapmak isteyip de becerebildiysem mutlu olurum. Okuru mutlu ettiği kadar yazarı da mutlu eder. En sevdiğim öykülerden biri Post Yabancı’dır. Tabii ki Camus’u çok sevdiğim için de olabilir.
Özlem Gece Eraslan: Camus’un bir ara futbolcu olmasından dolayı Akılsız Sokrates’te Camus’a bir gönderme mi var ?
Mehmet Fırat Pürselim:Aslında yok. Camus’u çok seviyorum.
Özlem Gece Eraslan:Sanırım Akılsız Sokrates’in devamı bir öykü vardı.Tektaş öyküsü. Son zamanlarda çok fazla öykü kitaplarında görüyoruz bunu. Öyküdeki bir karakteri alıp başka bir öyküde kullandığınızda onun gözüyle de öyküyü okuyoruz. Siz bunları yapmayı seviyorsunuz sanırım. Diğer karakteri alıp ön plana çıkarmayı.
Mehmet Fırat Pürselim:Aslında Akılsız Sokrates öyküsü başlı başına roman diye kafamda oluştu. Romanını yazacaktım fakat olmadı. Novella olur mu olmaz mı üzerinde düşündüm, durdum. Emanetimdeki Hayatlar kitabına sokmaya çalıştım. Onun içine de bir şekilde girmedi. Benim çok didiştiğim öykülerden biridir. Yapamadım, Emanetimdeki Hayatlar’dan çıkardım. Kitaptan çıkardıktan sonra yine tek başına olmuyor. En son ikiye böldüm kendine gelsin. Kahramanlar bazen yazara hakim olmak isterler sanırım öyle oldu.Yazarken bir bakıyorsunuz kahraman almış götürmüş sizi. Akılsız Sokrates biraz öyle oldu, kendini dayatan kendini arayıp bulan bir öykü oldu. Bir Kara Leke ve Artık Büyüdüm öyküleri Emanetimdeki Hayatlar kitabındaydı. Bu kitap belli oranda okununca açıkçası bu öyküleri de çok sevdiğim için tekrardan görünsün istedim ve yeni kitabımın içine aldım.
Özlem Gece Eraslan: Peki,roman mı öykü mü?
Mehmet Fırat Pürselim: Aslında öykücüyüm, öyküde kendimi görebiliyorum. Bir roman var kafamda. Dönem okumaları yapıyorum. Dil ve anlatımım üzerine tekrar tekrar çalışıyorum. Kendime daha çok öykücü diyorum ama roman beni heyecanlandırıyor.
Baran Arslan:İstanbul’da yaşıyorsunuz değil mi?
Mehmet Fırat Pürselim: İstanbul’da çalışıyorum ama eşim ve kızım Antalya’da. Sık sık gidip geliyorum.
Baran Aslan: Yayıncılık sektörüne nasıl bakıyorsunuz? İçeriği çok iyi olmayıp çok satan eserler var. Yayınevlerine gönderilen eserler var ama cevap bile alınmıyor. Otomatik bir mesajla olur verilmedi deniliyor. Bazen hiç geri dönüş bile olmuyor.Sizce yayıncılık sektörü nasıl ve nereye gidiyor?
Mehmet Fırat Pürselim: Yayıncılık sektörü maalesef tam profesyonel değil. Yeterince editör istihdam da edilmiyor. Ne olarak yapılıyor tasdik üzerinden mi gidiyor. Gerçekten editoryal bir çalışma yapılıyor mu ? Türkiye’de genel olarak az kişiyle çok iş yapma durumu var. Daha ziyade işimizi kotaralım anlayışı söz konusu. Yayıncılığın çok fazla sorunları var, aşılır mı tabii ki aşılır. Yavaş yavaş aşıldığını düşünüyorum. Otuz yıl öncesinde hatır gönül üzerinden yapılıyorken şu an daha çok istihdam üzerinden ele alınıyor. Yeterli sayıda değil elbette. Hevesli genç insanlar yayınevine soyunup butik yayınevleri kuruyorlar. Onları çok önemsiyorum. Dişinden tırnağından arttırıp batmayı göze alarak güzel işler yapıyorlar.
Bu durumdan en muzdarip olanlardan biri de benim. En başta da söylemiştim. On yıl beni bekletip sonra biz basmayacağız, dediler. Gönderdiğiniz dosyalara cevap bile alamadığınız oluyor. Dosyanız reddedildi densin istiyorsunuz en azından bir cevap bekliyorsunuz bu amaçla arayıp soruyorsunuz. Kuyuya bir taş attım ses gelsin istiyorsunuz. Bunun da bir yanıyla az kişiyle çok iş yapmaktan kaynaklı olduğunu düşünüyorum. Pek çok yazarın üste para verip kitabını da çıkartması büyük bir sorun bence. Kim iyi yazıyor kim kötü yazıyor, bunlar birbirine karışmış durumda. Sadece güzelleme üzerinden bir kitabın peşine düşülürse olmaz. Hepinizin söylediği gibi eleştiri eksikliği en büyük sorun. Bırakın eleştiriyi birisi hakkında söyleyeceğiniz en ufak bir söz sorun olabiliyor. Herkes birbirine bu güzellemeyi yapmak zorunda hissediyor. Bizim yazar takip etmemiz gerekiyor. Bir yazar çıkan bir kitabı övüyor mu yoksa nitelikli bir değerlendirme mi yapıyor, buna biraz dikkat etmek lazım.
Baran Aslan:Teknolojinin gelişmesiyle birlikte taşra edebiyatı, merkez edebiyat diye bir şey kalmadı. Sizin yaşadığınız yerden buralar nasıl görünüyor? Edebiyat dergilerini takip edebiliyor musunuz?
Mehmet Fırat Pürselim: Eskiden çok fazla takip ediyordum. Dergiler dijital olarak daha fazla, basılı dergiler de eski gücünde değiller. Açıkçası eskisi kadar takip edemiyorum. Benim için iyi bir şey değil bunu da biliyorum. Çok az okuyacak zaman kalıyor bana bunu da kitap okuyarak değerlendirmeye çalışıyorum.
Anlatırken İstanbul’u, Beyoğlu’nu, İstiklal’i, tramvayları, caddeleri ,ara sokakları anlatıyoruz. En iyi anlatacağımız yer yaşadığımız yer oluyor. Adana’nın, İzmir’in ,Antalya’nın…olduğu romanları okumak isterim fakat bazen bakıyorum burada yaşamayan yazarlar İstanbul’un romanını yazıyorlar. Arkadaşlarıma da diyorum en iyi bildiğiniz yeri anlatın çok daha güzel olur. Orhan Kemal Adana’yı çok iyi anlattığı için ya da Yaşar Kemal Çukurova’yı çok iyi anlattığı için varlar. Aslında anlatıyorlar da değil yaşıyorlar, hissediyorlar. Doğal olarak da bize bunu yaşatıyorlar. Bulunduğu yeri en iyi anlatan yazarlar bence daha iyi yazıyorlar.
Özlem Gece Eraslan: Sizin öykülerinizde çok fazla İstanbul geçmiyordu.
Mehmet Fırat Pürselim: İstanbul’u anlatırken Kadıköy, Üsküdar geçer. Aslında daha az anlatılmış şehirlerin içinde kaybolmak şehrin ara sokaklarındaki kahramanları bulmak istiyorum. Kafamdaki öyküleri anlatmak istiyorum.
Sadık Çil: Akılsız Sokrates’te duru bir anlatım var. Sanki, Yeşilçam seti içindeymişiz hissini yaşıyoruz. İstanbul deyince aklıma geldi. Kitabı okurken o tadı o lezzeti yaşadım. Münir Özkulların, Metin Akpınarların olduğu bir sahnenin içindeymişiz gibiydi. Bilinçli bir anlatım mı yaptınız?
Mehmet Fırat Pürselim: Özellikle böyle bir anlatım olsun diye düşünmedim.Zaman zaman kısa film önerileri geliyor ama daha gerçekleşmedi. Çizgi film, tiyatro önerileri de geliyor. Hepsine sıcak bakıyorum ama gerçekleştiğini henüz görmedik umarım bir gün görürüm. Sinemanın belli bir gücü var, anlatımım buna yaklaşıyorsa sevinirim. Sinema gösteriyor ben de yazarken nasıl yazacağıma kafa yoruyorum ama metin kendi yerini buluyor bir şekilde. Koku filmine bakın mesela film boyunca kokuyu içimize çekiyoruz. Öyküde renkleri, kokuyu nasıl verebiliriz, görselliğini nasıl aktarabiliriz.Bunlara kafa yoruyorum.
Sadık Çil: Kulüp dizisindeki Barış Arduç, Akılsız Sokrates’i çok iyi oynar.
Mehmet Fırat Pürselim: Birisiyle özdeşleştirip onun üzerinden okumak öykünün görselliğini öne çıkarıyor.
Özlem Gece Eraslan: Ben de Yedi Martı için aynısını düşünmüştüm.Berkin’in hikâyesi tiyatro sahnesine taşınırsa çok iyi olur. Bu hikâye sahnede biraz da postmodern anlatımla ne güzel olur. Öykülerinizde görsel tat var. Sinemaya ya da tiyatroya uyarlanabilir.
Mehmet Fırat Pürselim: Senaryosunu da yazdım. Hiçbir şey yazmasam bile senaryo olmaya uygun. Akılsız Sokrates’i kısa film olması için görüşmüştük, ben de kabul etmiştim. Sonrasında teklifi yapanlardan ses çıkmadı. Neden olmadı bilmiyorum. Olmasını isterim.
Baran Arslan: Sinematografik sahneler çok.
Mehmet Fırat Pürselim: Hayatın içinden hikâyeler anlatmayı seviyorum. Mümkün mertebe içindeyim de zaten. Gördüğümüzü, duyduğumuzu, bildiğimizi yazmaya çalışıyorum bazen ufacık bir jest öyküye dönüşüveriyor.
Özlem Gece Eraslan:Yazarın daha çok sokakta olması gerektiğini mi düşünüyorsunuz? Yoksa daha kendine dönük yaşaması mı?
Mehmet Fırat Pürselim: Herkesin tarzı farklıdır. Neyin olması gerektiğini elbette bilemeyiz ama ben sokaktan besleniyorum. İşim gereği sürekli dışarıdayım, seyahat ediyorum. İnsanlarla adliyelerde, ofislerde iç içeyim. İnsanları ve onların hikâyelerini seviyorum. Belki bir başkası kurmaca eserlere önem veriyordur ya da okuduğu kitaplar üzerinden bir şeyler anlatıyordur, ona göre de doğru odur. Bilemem.
Özlem Gece Eraslan: Sakarmeke kitabınızda bir sakarmeke başlıklı öykü aradım, ama bulamadım. Sakarmeke’yi bir çok özelliğiyle kitabın bütününe mi yaymak istediniz?
Mehmet Fırat Pürselim: Evet biraz öyle diyebiliriz. Sakarmeke aslında bir göçmen kuş.fakat uzun zamandır İstanbul’u mesken ediniyor. Tatlısu kuşu, tuzlu suda yaşıyor. Göçmenlik meselesi üstünden düşünüldüğünde göç, kalma gitme, gidememe, vatan, bıraktığın yer neresi, değişim, dönüşüm tamamını kapsayan uçamama, uçmaya çalışırken becerememe, tam konamama, bütün o sakarlıklarımızı anlatan, toplayıcı, birleştirici bir isim.
Sadık Çil: Yedi Martı’ya ithafen, sizi yedi katmanlı duyguyla uğurlamak istiyoruz. Katıldığınız için teşekkür ederiz.
Mehmet Fırat Pürselim: Beni davet ettiğiniz için hepinize ayrı ayrı teşekkür ederim.