TELEPANEL:DESTİNA O SONSUZ AN/KOLEKTİF
SADIK ÇİL: “Ki belki, sarhoş olunmamış bütün içmeler gibi abartılmamış bütün aşklar sıradandır” demiş şair Hasan Hüseyin Gündüzalp.
Biz de abartıyla başlayalım; Ankara’dan doğan güneşimiz, gülen yüzümüz Demet hoş geldin, sefalar getirdin.
DEMET EŞMEKAYA SELÇUK: Teşekkür ederim Sadık güzel cümlelerin için, herkese merhaba.
SADIK ÇİL: Bugün içimizden birisini sunacak olmanın heyecanını yaşıyorum. Destina O Sonsuz An adlı öykü kitabındaki öykülerin çoğu Tersakansanat’ta yayınlanmıştı ve kitaplaşmadan öykülerin çoğunu okuma şansını yakalamıştım. Kitabın yayınlanma sürecinde sözcüğün tam anlamıyla doğum sancısına ve doğum anına tanıklık ettim. Özellikle birlikte katıldığımız Mersin’deki edebiyat kampı sürecinde konuşurken kendisine, “İlk röportajı benimle yapacaksın.” demiştim. Ne mutlu ki bu isteğimi gerçekleştirebildim ve Tersakansanat için ilk kitabın ilk röportajını yapma onuruna sahip oldum. Röportaj sonrası Tersakansanat ve başka çevrelerden arkadaşlarımızla kitabı konuşuyor olmanın onur ve heyecanını yaşıyorum. Öykü kitaplarını konuşurken, sunarken karşılaştığımız sıkıntılar oluyordu. Genellikle herkes kitaptaki iki üç öykü üzerinde durup, düşünüp konuşuyor oluyordu ve kitaptaki pek çok öykü görmezden geliniyordu. Bu nedenle bu defa her bir öyküyü bir arkadaşa verip üzerinde düşünüp konuşmalarını istedim. Böylelikle kitaptaki tüm öykülere girip üzerinde konuşabileceğiz. İlk turda planlanan öykü değerlendirmelerinin ardından, ikinci turda isteyen arkadaşlara genel değerlendirme için söz vereceğim. Bunun yanı sıra katılımcı sayısı normalin çok üstünde olduğu için konuşan arkadaşlardan konuşmalarını 5-6 dakika ile sınırlandırmalarını isteyeceğim. Elbet bu bıçakla kesilmiş bir kural değil ama mümkün mertebe buna dikkat edilirse sevinirim. Birazdan benim de kısa bir değerlendirmem olacak ama asıl değerlendirmemi Ankara’ya saklıyorum. Baran Arslan ile birlikte kitabın imza günü için Ankara’ya gideceğiz ve moderatörlük yapacağım. Bundan da büyük bir mutluluk duyduğumu şimdiden söyleyeyim.
Kitaba gelince, kitabın yavaş yavaş olay örgüsüne başlayıp, öykünün sonuna doğru birden okurun yüzüne patlatılması gibi bir özelliği var. Bunu yazar bilinçli mi yaptı, yoksa doğallığında mı gelişti bilmiyorum ama bende bıraktığı izlenim Soren Kierkegaard’ın “şok” etkisi oldu. İlk varoluşçu filozoflardan olan Kierkegaard bir insanı kendine getirmek, varolduğunun farkına varabilmesi için önce şok etmek gerekir der. Öykülerde de, “Neyi anlatıyor, nereye varacak…” derken birden bire şok oluyorsunuz. Şok etkisinin en güzel örneklerinden birisi Kumdan Kaleler öyküsü. Bir taraftan cezaevi olayları, Ankara’nın göbeğinde patlayan bombalar gibi toplumsal gerçekçi bir bakış açısı var. Diğer taraftan toplumdan kopuk olmayan tamamen yaşadığımız ülke ve sorunlarına odaklanan öykülerle karşılaşıyoruz. Bununla ilgili asıl çarpıcı nokta patriyarkanın ete kemiğe bürünmüş halini görüyoruz. Her yaş grubundan kadın karakterleri ile birlikte her sosyal sınıftan kadın karakterler takip ediyor. Kitabın genelinde müthiş bir hüzün, acı var ve genelde köyde de olsa kentte de olsa gün yüzü görmemiş, özellikle toplumdaki refahtan pek nasibini almamış, sıkıntılı, zor durumda kalmış kadınların öyküleriyle karşılaşıyoruz.
Benim en çok dikkatimi çeken Demet’in ataerkili tanımlama biçimi, ete kemiğe büründürme hali oldu. Ataerkinin kıllı salyalı hali bir iki değil en az dört beş öyküde karşımıza çıkıyor. Kadına şiddet uygulayan sistem daha güzel anlatılamazdı herhalde. Kitabın en çarpıcı noktalarından birisi ataerki ile beraber, kadına şiddet uygulayan, onu mutsuz edenin kişiler değil bir sistem olduğunu bize hissettirmesi, doğal akış içinde sunabilme yetisinin çok başarılı olduğunu söylemem gerekir. Diğer taraftan her öykü bittiğinde okurun kafasında bir ‘neden’ sorusunun oluştuğunu düşünüyorum. Okur tüm bu yaşanmışlıkların nedenini sorgularken, çözümün gösterilmeyip okura bırakılması da kitabın beğendiğim taraflarından birisiydi. Evet, ben daha fazla lafı uzatmadan kitaba adını veren öyküyü, Destina O Sonsuz An adlı öyküyü değerlendirmesi için sözü Baran Arslan’a bırakıyorum.
BARAN ARSLAN: Yaklaşık beş yıldır Demet ile yoğun bir edebiyatın içindeyiz. Kendisiyle ilk uzaktan tanışmış da olsak sonrasında çok kez görüştük ve ürünlerimiz üzerinden sürekli bir iletişimimiz oldu. Demet’i çok seviyorum, birbirimizden uzak da olsak onu hep yakınımda hissettim, sıcakkanlı, sevecen bir dostum oldu. Kitaba adını veren Destina O Sonsuz An adlı öyküyü kitap haline gelmeden de biliyordum. Bu öykünün ne kadar sarsıcı olduğunu, insanın derinlerine girerek saracağını da ilk okuduğumda hissetmiştim açıkçası. Çünkü öykü bir yaşanmışlığa, bir anıya ve özellikle çok büyük bir acıya dayanıyordu. Öyküyü ilk okuduğumda Adorno’nun şu sözü aklıma geldi: ‘Auschwitz’den sonra şiir yazılamaz.’ Bunu neden demişti? Acı o kadar büyüktü ki, acı o kadar yakıcıydı ki, acı o kadar işlemişti ki bunun sanatı yapılamaz diye meşhur bir sözü vardır. Bu acıları anlatan Schindler’in Listesi gibi pek çok film çekildi, döneme ait müzikler, belgeseller yapıldı. Pek çok sanat eserine konu oldu bu acılar. İşte sanatın gücü de buradan geliyor. Demet hem tanıdığı bir arkadaşının kızını yazarak, hem de bu acıyı içsel bir biçimde yansıtarak, abartısız, bunu bir propoganda haline dönüştürmeden Destina’yı yazdığı için kendisiyle gurur duyuyorum. Çünkü, Demet Destina’nın öyküsünü yazmasaydı, bu biricik çocuğun öyküsünü hiçbir zaman bilmeyecektik. Şu anda burada yirmiden fazla arkadaş var, kitap şimdiden binden fazla kişiye ulaştı ve bu sayede pek çok kişi Destina’yı belleğinin bir bölümüne kazıdı. İşte sanatın ve sanatçının gücü de buradan geliyor. Ben bu anlamıyla Demet’i tebrik ediyorum. Yaptığı iş çok zor bir iş. Başarılarının devamını diliyorum. Ve son söz olarak da kitabın tarihe mal olacak bir nitelikte olduğunu düşünüyorum. Teşekkür ederim.
SADIK ÇİL: Daha önce Destina O Sonsuz An adlı öyküyü seslendiren arkadaşımız Fahrettin Sadıç aramızda. Sözü kendisine bırakıyorum.
FAHRETTİN SADIÇ: Bana öyküyü Baran Arslan gönderdi, öykü ile tanışmam böyle oldu. Öyküyü seslendirirken herhangi bir şey yapmama gerek olmadı, öykü beni aldı götürdü. Öykü çok acıydı, acı Demet tarafından öykünün her bir satırına ustalıkla yerleştirilmişti. Ben seslendirmeyi bitirip arkadaşlarımla paylaştıktan sonra, herkesin o hüznü, acıyı bizzat hissettiğini biliyorum. Öykünün duygusu sayesinde hiçbir çabaya gerek olmadan seslendirebildim. Tebrik ediyorum kendisini.
SADIK ÇİL: Nedensiz çıkıp gidebilmeli kız çocukları, yürürken başları dik, ağız dolusu gülebilmeli, üniversite yıllarında istedikleri kişinin elini tutabilmeli deyip sözü Özlem Gece ‘ye bırakıyorum.
ÖZLEM GECE: Namus Sınavı kitabın ilk öyküsü. Komşu kızı Asiye’nin evden kaçması ile başlayıp, öykünün diğer ana karakteri Asiye’nin bu durumu öğrendikten sonraki tavır ve düşünceleri ile devam ediyor. İster toplumsal, ister cinsiyetçi bir çerçeveden bakın hani Simon De Beauvoir’ın “Kadın doğulmaz kadın olunur.” sözünden alarak bu ülkede nasıl kadın oluyoruzu sorgulattı öykü. Patriyarkayı¸ heteroataerkil bilincin gözünün her zaman kadınların üstünde olduğunu anlatan bir öykü Namus Sınavı. Oradaki Asiye karakterinin, Vasıf Öngören’in Asiye Nasıl Kurtulur senaryosuna bağlanması beni çok keyiflendirmişti. Öyküyü onun ağırlığıyla da okuyorsunuz ister istemez. Oyunu ya da filmi izleyenler bilir. ‘Yüküm çok ağır.’ derken Asiye’nin ağırlığını biz kadınlar biliriz. Erkekler belli bir noktadan bakan, gözlemleyen, röntgenleyen, biraz daha kötücül bilince sahip taraf olduğu için, cinsiyetçi topluma sırtını dayamış heteroataerkil toplumun yansımasıydı. Yani asla kadın ve erkek cinsleri dışında cinsiyet kabul etmeyen ve kadın – erkek cinslerine de farklı anlamlar, görevler yükleyen bir toplum. Pek çok feminist kuramda da bundan söz ediliyor. Kadınların daha az zeki olması, kaslarının daha az gelişmiş olması vs vs. Tamamen bunlarla yüklü bir toplum zihni, kolektif bir bilinç var. Bununla yüklü kolektif bilinç de kadının nedensiz gidebileceğine ya da nedensiz dönebileceğine hükmetmiyor. Çünkü toplum kadını pek çok şeyden yoksun olarak görüyor. Bizim toplumumuz cinsiyet eşitliğini kabul etmediği sürece, toplumumuzdaki erkekler bunu kabul etmediği sürece hetero yapı devam ettiği sürece aynı kalırız diye düşünüyorum. Hala okula giderken başını kaldıramayan kız çocukları var. 1985 yılınının Asiye ‘sindeki toplumsal yapı ile bugün toplumsal yapı aynı diye düşünüyorum. Kadın evden giderse orospu olmaya gider. Asiye kendi başına kurtulur, işin aslı kurtulacak bir durumu da yok. Bunu yaratan toplum, toplumun küçük küçük yapılanmaları, aile gibi. Şimdilik bu kadar konuşayım, teşekkür ederim.
SADIK ÇİL: Kadın sorunsalının başka bir yapısı üzerinden devam edeceğiz. Nuray abla sence cezaevlerine kadınlar diz üstü çiçekli elbiselerle gidebilirler mi?
NURAY CİHAN GÜNDÜZALP: Öyle bir denk geldi ki bu öykü bana, zamanında çok bekledim cezaevi önlerinde. Demet’in öyküleri yaşanmışlıkları ifade ediyor, bire bir içinde olduğu, çok yakından tanıklık ettiği öyküler. Demet’in dilini seviyorum, akıcı, zorlamayan bir dil. Özellikli imge kullanımı, imgeyi metne yedireceğim diye değil de, doğallığında ilerleyen öyküler. Cezaevi ile çok erken tanıştım. Öyküdekine benzer bir olayı Adana Cezaevi’nde yaşadım, arkadaşlarımı ziyarete gitmiştim. 17 yaşındaydım, her taraf inanılmaz kalabalıktı. Firar eden arkadaşlarına yardım etmek için, içeridekiler yataklarını yakmışlardı. Mahşer yeriydi orası. Dışarıda aileler bekliyordu, çocuklarını merak edip ağlayanlar, ayılanlar, bayılanlar. O olayda ölenler de oldu, Tekrar öyküye geçecek olursak, insanlar sevdiklerini ziyarete giderken güzel görünmek isterler. Onlara moral vermek için, en güzel kıyafetlerimizi giyerek gidiyorduk. Dışarıdaki o umutsuzluğu, olumsuzluğu göstermemek, yansıtmamak, onlara umut verebilmek için en güzel, en iyi halimizle gidiyorduk. Öykü bu nedenle çok tanıdık geldi. Demet’in öykülerinde birebir mağdur olan kadınlar var, cezaevi süreçlerinde de en çok kadınlar mağdur oldu. Daha çok erkekler içeride olduğu için, bekleyenler kadınlardı. Eşini, sevgilisini on yıl, on beş yıl bekleyenler oldu. Kitap bir kadın kitabı esasında, kadının ezilmişliği, direngenliğini gösteren öyküler. Her şeye rağmen kadının ayakta durabilme gücünü de gösteriyor, uzatmadan ve tekrara düşmeden… Tekrar eline sağlık Demet.
SADIK ÇİL: İbrahim abi sen kadınları seversin. Deli kadın, görüşmeci kadın ve başka başka kadınlar, söz sende.
İBRAHİM ALP: Ben izninizle kitaba biraz eleştirel yaklaşacağım. Kitap kapağı gerçekten çok güzel, çok beğendim. İç tasarım konusunda bir acemilik olduğunu düşünüyorum. Demet’in bir suçu olmayabilir bu konuda, yayınevinin titiz çalışmadığını düşünüyorum. Bana Aklım Yar öyküsünde gördüğüm bir durum öyküsü olması. Öyküde anlatıcı Zeliha Teyzeyi ziyarete gidiyor. Öykü huzurevi kapısıyla başlıyor, kapı karanlık. Anlatıcı karanlığın içine düştüğünü söylüyor. Bunu anlatırken Zeliha’yı anlatması gerekiyordu. Deliliğe övgü, deliliğin toplumsal başkaldırı unsuru olduğu fikriyle hareket edilmiş olsaydı, Zeliha Teyzenin deliliği müthiş bir anlatıma dönerdi. Yazarın ana motifi Zeliha Teyze ama yazar, Zeliha Teyzeyi pek anlatmıyor. Bakıcılar Zeliha Teyzenin deli olmadığını söylüyorlar. Zeliha Teyze yazara, Ayşe’yi neden getirmediğini soruyor. Orada bilinçli bir deli var, dolayısıyla da delilik üzerinden bir övgü yaratmış olsaydı öykünün niteliği değişirdi diye düşünüyorum. Mesela Nesibe Teyzenin oradan çıkmak istemesiyle uğraşmak yerine ana öyküyü deliliğe övgü üzerine kurmuş olsaydı orada yazar kendisinden de bir şey bırakmış olacaktı bize. Deliliğin toplumsal bir başkaldırı kimliğinin olduğuna dair şeyler söyleyebilirdi. Öykünün sonu çok iyi bağlanmış.
Yazarın girişte yaptığı betimlemeler bana yapay geldi. Çok güzel betimlemeler ama bir okur olarak bana samimi gelmedi. Kumdan Kaleler öyküsünde fark ettiğim bir şey var. Yazar neden bir şeyi anlatırken kelime kelime açıklamak zorunda hissediyor kendini. Yazının bir müziği olması gerektiğini düşünüyorum, benim edebiyata bakışım böyle. Kumdan Kaleler öyküsünde , “Bir hafta önce taşındığımız evin işlerini tümden bitirip…” diye devam eden bölümde ‘tümden’ sözcüğü gereksiz kullanılmış. Bu öyküde üç defa parka gitmeye gerek yoktu. Yolda üç kişi gidiyor, ne hikâyelerini biliyor, ne dertlerini biliyor o kadar üzülmesine gerek yoktu. Asıl içindeki sancıyı anlatan, onu banyoya götürüp ağlatan kısmın hikâyenin finalinde olması gerekiyordu. ODTÜ’yü bitirip cezaevlerindeki açlık grevlerinde Korsakof hastalığına yakalanmış ve orada kendi zihinsel kalıplarını kaybedip oynuyorlar. Bu memleketin en iyi insanları olabilecekken, orada kendilerini kaybetmiş bir iklimle karşılaşıyorlar. Yazar bunun üzerinde yoğunlaşmış olsaydı çok müthiş bir hikâye ortaya çıkacaktı. Sonuç olarak şunu eklemem gerekiyor, çok az yazar var, Demet gibi toplumsal meseleleri irdeleyen, onların acısını, sancısını yaşayan. Bu açıdan kitabı çok değerli buluyorum. Dostluğun öznesi, yazmanın öznesi şudur; eğer birbirimize methiyeler dizip aynı hataları yapmaya devam edeceksek (Bunun bir hata olup olmadığını da bilmiyorum, bir okur olarak bu benim fikrim) birbirimizi ileriye taşıyamayız. Yazarımıza başarılar diliyorum, toplumsal itiraz hikâyelerini diğer yazılarında daha güçlü vurgulayacağını da düşünüyorum.
SADIK ÇİL: Selahattin, Demet’in anlatım tarzının en karakteristik öyküsü sana denk geldi. Demet gibi kendi doğal diliyle yazan bir arkadaşın, senin gibi naif bir insana denk gelmesi de çok güzel oldu. Öyküleri dağıtırken içeriklerinden bağımsız hareket etmiştim. Buradaki toplumsal gerçekliği senin naif dilinle birleştirmek istiyorum. Selahattin söz sende.
SELAHATTİN AVCI: Kitaptaki tüm öyküleri okudum ama Kumdan Kaleler öyküsü ödevim de olduğu için daha dikkatli okudum. Sonuçta ne okursak okuyalım dikkatli okumamız gerekiyor. Öyküde Bade, Can ve anne var. Aile oraya başka bir yerden taşınmış, ilk başında bunu anlıyoruz. Daha önce yaşadıkları yerden daha korunaklı bir yere taşınmak istemesi, mekanın evin içindeyken yavaş yavaş parktaki döngüye girmesi, mekanı oraya doğru kaydırıyor. Anlatıcının zihninde iki engelli ve kardeş gibi düşünülen daha ziyade doğal bir süreç sonrası o hale geldikleri düşünülürken, birden hikâye yön değiştiriyor. Burada anlatıcının hem kendisiyle, hem kocası Can ile hem de travmatik metaforik anlatımla birlikte o çocukların artık kendilerinin yuvarlandıklarını, çocuk zihni içinde kaldıkları hal onları hem masum bir alana taşırken, aynı zamanda da bir yıkıntıyı, kumdan kalenin hafif bir su değdiğinde yıkılması gibi metaforik katmanlar oluşturmuş. Ölüme meydan okuyanlar hayatını ortaya koyanların karşılaşacakları sonlar budur, bu son bu trajediyi ortaya koyar ve bunu göz alabilen hayatını ortaya koyanlarla onun dışındaki hayatların çatışmasını burada vermeye çalışmış. Bu tanıklık bize trajedinin insan ruhunda bıraktığı hezimeti gösteriyor. Teşekkür ederim.
SADIK ÇİL: Bir poşete kaç yaşam sığar, bir poşetten kaç yaşam çıkartırsın ve yaşam neden poşetlere sığmak zorunda. Özgür, Günyüzü öyküsü ile sözü sana bırakıyorum.
ÖZGÜR ÇAKABAY: İlk olarak Demet’i tebrik ederek konuşmaya başlamak istiyorum, birbirini tanımayan farklı çevrelerden pek çok kişiyi buluşturduğu için. Ben şiir ile ilgileniyorum, daha önce hiç öykü değerlendirmedim ama bir okur olarak gözlemlerimi paylaşacağım sizlerle. Yahudi erkekleri sabah uyandıklarında gün doğumuna dönüp, “Tanrım iyi ki beni erkek yarattın, kadın olarak yaratmadın.” derlermiş. Bu bilgiler ne kadar doğru bilmiyorum ama Ortadoğu toplumuna ait olduğu için, doğru olarak kabul ettim ve cebime koydum. Bizim toplumda da, erkekler sanki belli yaşa geldiklerinde kutsal bir şey üstüne ant içip kadınlara gün yüzü göstermeyeceğiz deyip yollarına devam ediyorlar gibi geliyor bana. Öyküye geçecek olursak, ben de İbrahim abinin eleştirilerine katılarak başlıyorum değerlendirmeme. Öykünün başında çok güzel bir betimleme yapılmış, ben bu betimlemenin öykünün içine yedirilse daha güzel olacağını düşündüm. Öykünün ilk betimleme kısmında öykünün sonrasını az buçuk görebiliyoruz ama yine de diliyle bu durumu kotarabilmiş. Günlük dili akıcı bir şekilde çok güzel kullanmış. Bu hal öyküyü sonuna kadar okutuyor. Komşusu ile konuşmasından sonra gördüğü poşetlere insan hayatlarının dönemlerini sığdırmasıyla ve yine çağımızda kız çocuklarımızın çok erken yaşta ergenliğe girmesinin öyküye yerleştirilmesi güzel, anlamlı olmuş. Bir kadının doğduktan sonra, hangi aşamalarda, hangi problemlerle karşı karşıya kalacağı, çok yalın ve çarpıcı bir dil ile anlatılmış. Coğrafya fark etmeksizin ülkede zaman zaman ülkenin yaşadığı birçok problemin şiddet dozunun artması ve azalması söz konusuyken şiddetin hiç azalmadan giderek arttığı bir hal haline geliyor. İşte toplumdaki cinsiyet eşitsizliğinin getirdiği kadınlara dönük bu problemler, öykülerde güzel bir biçimde anlatılmış ve okura aktarılmış. Teşekkür ederim.
SADIK ÇİL: Özgür öyküde , “Geri dönebileceği bir baba evi olmuş mudur? “ gibi bir cümle var. Sen de bir kız babasının, bu konuda bir şeyler söylemek ister misin?
ÖZGÜR ÇAKABAY: Benim bu konuya yaklaşımım biraz farklı açıkçası. Çok net değilim. Şunun için net değilim. Gönlümden geçen çocuğum da olsa, artık yetişkin olan bir bireyin annesi babası da olsa hiçbir biçimde kimseye ihtiyaç duymadan, kendi ayakları üzerinde durabilmesi. Çocuğumun eve dönmesinden ziyade (elbette her zaman gelebilir) sorunu kötü bir evlilik de olabilir farklı bir sorun da olabilir her ne ise de kendi başına çözüm bulabilmesinin doğru olduğunu düşünüyorum. Ama yaşadığımız coğrafyadan kaynaklı bunları düşünmek can sıkıcı da olsa elbet benzer şeylerle karşılaşabiliriz. Kızıma bunu söyleyebilir miyim, söylemek zorunda kalabilir miyim düşüncesi bile can sıkıcı.
SADIK ÇİL: Ölenin kadın olduğu, ağlayanın kadın olduğu, acının kadın olduğu, hüznün kadın olduğu bir öyküyü sana bırakıyorum Gülşen Yıldız, söz sende.
GÜLŞEN YILDIZ: Kitap genel itibari ile çok akıcıydı. Dilini çok beğendim ama konular karamsardı. Toplumsal gerçekler çok vurucu aktarılmış. Okurken içim sıkıldı. İnsan bazen gerçeklerden uzaklaşmak istiyor. Çok acı var kitapta ve ne yazık ki hepsi gerçek. Bu coğrafyada, bu topraklarda kadının yaşadıkları kadına biçilen rollerin her öyküde ayrı ayrı işlenmiş olması acıydı ama dediğim gibi çok acı bir dili vardı Demet’in. Kendisini tebrik ediyorum, kalemine sağlık Demetçiğim. Kitapta pek çok satırın altını çizerek okudum ama ödevim Kara Kazan öyküsü olduğu için bu öyküye yoğunlaşıp, birden fazla okudum. Öyküde ölümün çarpıcılığı, korkunçluğu, acısı çok güzel işlenmiş. Öykünün başında esasında sonunu tahmin edebiliyorsunuz. Uzaktayken insanların sevdiklerinin ölüm haberini almasının acılığını anlatıyor. Öyküde beyaz çamaşırlar vardı. Beyaz rengi bir metafor olarak gördüm ben. Beyaz yasın simgesidir, ölümü çağrıştırır. Ve en büyük acı da annesinin haberini alması ve daha sonra ölümden hiç korkmaması. Aslında en büyük acı insanın en yakınlarının, en sevdiklerinin kaybı. Bunların başında gelenlerden de annenin kaybı bence ve sanırım insan annesi ölünce büyüyor, artık ölümden korkmuyor. Öykü birebir yaşanmış gibi aktarılmış, bu yönüyle de çok etkileyiciydi.
SADIK ÇİL: Biraz da kentli kadına gelelim. Zeynep söz sende.
ZEYNEP CURABAZ: Nereye geldik, Kırmızı Ruj’a mı? Bu öyküde gördüğüm; yazarın travmanın döngüsü ve biraz da hem travma hem de yalnızlığın yıkıcı etkisi üzerine odaklanmış olması. Fiziksel ve ruhsal çöküntü içinde olan bir anlatıcı var öyküde. İşte bütün dünya ile bağları kopmuş zaten kimseyle iletişim halinde değil. Sığınak metaforu kullanılmış, esasında korunmak da istiyor gibi. Geçmiş ile şimdiki zaman arasında bir çatışma görüyoruz. Çocukluk anıları, masumiyet ve bir güç sembolü tulumbadan su çekmesi. Kırmızı Ruj’da travmatik bir iz var. Açıkçası feminen bir öykü bekliyordum adından kaynaklı. Anlatıcı kırmızı ruj sürünce kendisini sevilmeye değer görüyor, burada toksik bir ilişki var. Öyküden bana olumlu geçen duygu çocukluğuyla bir bağ kurmasıydı. Çocukluk gülümsemesi, bu travmanın psikolojik açıdan bakarsak olumlu tarafıydı. Anlatıcı da her şey duygusal bir yük haline gelmiş.
SADIK ÇİL: Kentli kadın yalnızlığı değerlendirmesi var, bu konuda neler söyleyeceksin?
ZEYNEP CURABAZ: Kentli kadın yalnızlığından ziyade travmatik bir şey geçti bana, öyküde kentli kadını göremedim. Tükenmişliğin nedenini kentsel ögelere bağlayamadım, çok kentli bir kadın travması diye tanımlayamıyorum. Aksine toksik bir ilişkiye duyduğu bağımlılıktan dolayı yaşanan bir yalnızlık gördüm. Zamanlara dikkat ettim. İlkbaharda yeşerme, sonbaharda sararma diyor ama ilkbaharda yeşerme duygusu da geçmedi bana. Karamsar ve bunaltıcı bir hava geçti sadece. Öykünün sonunu okura bırakmış, kadın hep bir kurban durumunda.
SADIK ÇİL: Kitabın en çarpıcı öykülerinden birisine geldik Kısırdöngü öyküsüne. İki lokmanın bedeli bu kadar mı ağır olmalıydı diye sorayım, Yılmaz söz sende.
YILMAZ BİNTEPE: İki lokmayı yediren kanunlar nasıl olmalı ki biz iki lokmayı yiyen çocuklar bu hale düşmeyelim, düşmesin diyerek başlayayım konuşmaya. Aslında kıllı ellerin temsil ettiği şeyler nelerdir diye ek bir soru da yönelteyim. Kitabı okurken aklıma ilk olarak Orhan Kemal’in Baba Evi kitabı gelmişti. Orada bir bölüm vardı, tren geliyordu, tren düşmanlar için geliyordu. Düşmanlar ne için geliyordu, biz ne için kaçıyorduk? Kuşlar, kuşları kurtaracak bir babaları yok cümlesi aklıma gelmişti. Buradaki isimsiz karakterimiz de kuşları hatırlatmıştı bana ama tersi yönünden. Yani bir baba evinin insana nasıl bir zulüm olabileceği konusunu düşününce o toplumsal gerçekçiliğin içinde bulunduğun o toplumsal gerçekçiliğin, içinde bulunduğun coğrafyanın da bir kaderi haline gelmiş bir durumun baskısı altında nispeten ezildiğini hissettim. Bir erkek olarak kendimden böyle utanmama, sıkılmama neden oldu. Aslında Demet’in öykülerinin birçoğunda başlıklarında ne demek istediğini açıklayan unsurlar görürüz. Çünkü Demet genelde öykülerin başlıklarını oksimoron kelimelerden seçiyor. İlk bakışta bu oksimoron kelimeler kendi içinde zıtlık gösteriyor olsa da aslında o yazı içerisindeki çelişkili durum, o toplumsal katmanların içerisindeki insanı da anlatır niteliktedir. Buradaki karakterimiz biraz spoiler vermiş olacağım ama bir kız çocuğu o adölesan annelik denilen ergen yaştaki çocuğun anne olabilme durumunu ortaya çıkaran bir hikâye var. Toplumsal gerçekçiliğin belki de en önemli özelliklerinden biri yazarın okuyucuyu bir yönde neler düşünmesi gerektiği konusundaki arzusunu, isteğini göstermesidir. Demet de her öyküsünde okuyucunun bu yönde düşünmesi konusunda telkinlerde bulunuyor. Biz kahraman portresi üzerinde onun adını bilmiyoruz ama onun gibi olan binleri belki on binleri görebiliyoruz. Karakterleri klasik kültürde bir coğrafyanın içerisine sığdırmadan, belirli bir alanı daraltmadan sadece toplumsal gerçekçiliğin karakterlerin kendi ağır yapıları üzerinden, kırsallığı üzerinden, kırsalda ortaya çıkmış bir durumun sonucu olarak tanıyabiliyoruz. Beraberinde bir gerçeğin kâbusunun olduğu durumlar, ilk başta zarar gören kişiler oluyor. Burada da sefalet ve eğitim düzeyinin düşüklüğü ve bir kız çocuğunun böyle Ece Ayhan’ın meşhur o öğrenci anıtındaki, “Her çocuğun kalbinde kendinden büyük bir çocuk yatar.” sözüyle öğretmenini içinde bir umut olarak taşıması, gerçekten o çocuğun bir öğretmen olarak da görevlerini hatırlatma konusunda önemliydi. Bir öğretmenin sadece entelektüel yapısının değil aydın kişiliğinin de olmasının ne demek olduğu üzerinde de düşünmek zorunda hissettiğim bir konu. Bu yönüyle de çok kıymetli. Demet’i kutluyor ve teşekkür ediyorum.
SADIK ÇİL: Bu öyküde çok rahatsız olduğum bir yan var. Kocası kızı babasının evine bırakıp, “Senin kızın üremiyor, çoğalmıyor.” dediğinde özellikle babanın kızın hamileliği belli olduktan sonra, kızın öğretmenin gülümsemesini anımsayıp, “Öğretmenim de mi çocuk taşıyordu da gülümsüyordu?” diye düşünmesi etkileyiciydi. Baba şiddetinin kızının vulvasına yönelmesi, tekmelerini kızının vulvasına ve karnına doğru yöneltmesini ben iki ataerkilin çarpışması olarak yorumlamıştım. Bu erk çatışması hakkında neler söylersin?
YILMAZ BİNTEPE: Bunu son zamanlarda okuduğum Tolstoy’un Diriliş kitabı üzerinden yanıtlayayım. Diriliş’de Nevlido’nun sosyalistlerle konuşmasına tanıklık ederken şöyle bir şey olur. Kanun önce toplumu saymazken, kendi erklerini ortaya koyabilmek için elinden gelen her şeyi yapar. Sonra bu düzenin böyle devam edebilmesi için kanunları ortaya koyarlar. Burada bir erk çatışmasından ziyade bunu kendine hak görme durumu görüyorum. Nihayetinde içinde yaşadığımız toplumun erkeklerinin kendine hak gördüğü durumlar var. Bu hani kanunlarla yazılmamış bile olsa kanunmuş gibi üzerine vazife gören bir güruha sahibiz. Yoksa kanuna baktığınızda TCK’nin 103. Maddesi 15 yaşındaki bir çocuğun anne olamayacağı, onun korunması gerektiğini dolayısıyla burada devlete görev düştüğünü yazar ama erkeğin kendinde bu gücü görmesinin temel sebebi bu kendini her durumda haklı görme hali.
SADIK ÇİL: “Özlemlerim, pişmanlıklarım, kocaman bir yük ve yaşanmamış bir hayat için …” cümlesi ile sözü Kenan Nuraydın’a bırakıyorum. Kenan benim Urfa’dan 25 yıllık arkadaşım. Kendisi ressam. Bir ressam ne yapar? Tuvalin önüne geçer ve resmini yapar. Ama Kenan hiperaktif bir arkadaş, tuvalin karşısında durmaz etrafında fır dönerdi. Ben kendisine bu kadar hareket ederken nasıl resim yapIyorsun? diye sorduğumda, bu özelliğinin resmi her açıdan görmesini sağladığını söylemişti. Sevgili Kenan, bu öyküyü de her açıdan değerlendirmeni istiyoruz.
KENAN NURAYDIN: Öncelikli olarak ilk kez bir öykü değerlendirdiğimi söylemek isterim. Şimdiye kadar konuşan herkesi dinledim, bana en yakın yorumu yapan Zeynep Curabaz oldu. Yazarın öykülerdeki betimleme şekli ve nesnelerle kurduğu ilişki beni daha çok ilgilendirdi diyebilirim. 15 yıldır performans sanatı ile ilgileniyorum. Beden üzerinden yapılan sanat, bilmiyorum daha önce duydunuz mu bu sanatı? Dolayısıyla bir çalışmayı kurgularken bir çalışmayı yaratırken o yaratılan süreç içerisinde etrafındaki nesnelerle ilişki kuruyorum. Nesnelerin arasındaki ilişki, benim de nesnelerle olan ilişkim. Toplum içindeki konumum, pozisyonum ya da yığınların arasındaki durum her şeyi belirliyor. Tabii bunların içinde politik unsurlar da var, doğa da var, her türlü şeyi bulabiliyoruz. Beden en önemli nokta benim için son 15 yıldır. Bu öyküde de karşılaştığım şey tam bir travma, sıkışmışlık, etrafı örülmüş gizli duvarlar ve bu duvarların arasından sızan negatif enerji. Öykü okurken olumlu bir şey yansıtmıyor. Bir yalnızlık söz konusu, tüm dünyayla bağını kesmiş bir bireyden bahsediyoruz neredeyse. Bazen öyküde kendimi buldum. Bilinçaltındaki bazı şeylerin fizyolojik özelliklere yansıması olarak değerlendirdim satırları, örneğin kusma öyküsü. Ben de bunları geçmişte yaşadım, okuduğum kendi travmatik sürecime de götürdü beni. Her ne kadar kadından bahsetse de öyküde kendimi bulduğumu söyleyebilirim. Hepimiz aşağı yukarı inişli çıkışlı dönemler yaşamışızdır. Yazar tüm bunları iyi ortaya koymuş düşüncesindeyim. Bilinçaltı ve iç sesinden bahsetmiş yer yer, içindeki çocukla konuşması var, yaralanmış çocuk diye düşünüyorum. Geçmişte yaşadığı travmalar da bence yer yer yansıma olarak çıkıyor karşımıza. Yaşadığı sosyolojik ve daha başka travmalarla çatışıyor kendi içinde. Yani insana sürekli toplum içerisinde şükredeceği şeylerin olduğu hatırlatılır. Sürekli bizden daha kötülerin olduğu vs söylenir, burada bunun bir faydası olup olmadığını yansıtıyor ki, hepimiz zaman zaman böyle yaşıyoruz. Toksik ilişkiden söz etti Zeynep Curabaz. Tam da benim üzerinde düşündüğüm konuydu. Bu toksiklik nesnelerle de ilişki içinde ortaya çıkıp yansıyor. Tam bir bunalım öyküsü Kusma öyküsü, tam bir ürünü ifade ediyor benim için. Daha önce İslami Aydınlanma konusunda çalıştım. İslami dönemde eskiden bir aydınlanmanın olduğunu anlatmaya dönük bir çalışmaydı. Ben bu çalışmada gübre kullandım. Gübre de özü itibari ile bir çürümüşlük vardı ve aynı zamanda umut da vardı. Gübre kokuşmuşluğun, çürümüşlüğün bir ifadesi gibi görünse de aynı zamanda yeşertir düştüğü yerde tekrar bir döngü oluşturur. Okuduğum öyküde de bir döngü var ama bu döngüyü kırmaya yönelik herhangi bir girişim yok, herhangi bir umut yok. Bir kısırdöngü yaşıyor ve bu kısırdöngüden de haz duyuyor diye düşünmeye başladım. İnsan tüm bunlardan sonra en son çıkar haykırır, bağırır, boşalır. Kusma da bir boşalımdı aslında fizyolojik değil, psikolojik bir boşalımdı. Bu durum fizyolojik olarak da insanı etkiler ve rahatlatır. Kustuğumuz zaman rahatlarız nihayetinde. Öyküdeki ironi kurgu açısından çok sürükleyiciydi. Muavinin konuşması Kemal Sunal’ın Hababam Sınıfı filmine yani Yeşilçam’a kadar götürdü beni.
SADIK ÇİL: Genç yaşta çocukluktan kadınlığa hazlı giden bir yaşam öyküsü gelip seni buldu, sen neler söyleyeceksin Mehmet Düşer?
MEHMET DÜŞER: Öyküde benim önemsediğim iki nokta var giriş ve sonuç bölümleri. Burada yazar etkili bir biçimde giriş yapmış, “Anam beni hiç gün yüzü görmesin diye mi doğurmuş derdim hep.” Burada bir insanın doğmuş olmakla beraber ebeveyne yüklenen sorumluluk, ebeveynin yüklendiği suçluluk duygusu çok güzel ifade edilmiş, bunu çok beğendiğimi ifade etmek isterim. Hocamız etkili imgelemelere başvurmuş, dolaysız, akıcı bir anlatımı var. Yer yer şiirsel anlatımlara başvurulmuş o da çok hoşuma gitti. Yapıcı birkaç eleştiride de bulunmak isterim. Sabahat ile başlayan bölüm bu kadar uzatılmasaydı geçiş alanı bu kadar zor olmazdı. Ne demek istiyorum, kurgusal bir kopukluk oluyor gibi, okuyucu tasvir etmekte biraz zorlanıyor. Diğer arkadaşların da belirttiği gibi yazım yanlışları var, bazı yerlerde boşluklar çok bırakılmış. Güzel bir emek var ortada bu yanlışlar yayınevinden mi kaynaklanmış bilmiyorum ama emeğe gölge düşmüş diye düşünüyorum. Bazı yerlerde bilinç akışı tekniği kullanılmış onu çok beğendim. Mesela “4 çocuk doğurdum beyden, 4 yıl önce öldü. Çok içerdi zaar bitti ciğerleri, böbreği. O kadar içmeye can mı dayanır? Dayanmadı onunki de.” gibi monolog, iç diyalog çok güzel kullanılmış. Öyküde belirsizlik, giderek yükselen çatışma Sadık senin de belirttiğin gibi hakikatin yüze çarpması çok güzel işlenmiş. Olayların farklı kişilerin gözünden aktarılması farklı dünyaların iç dünyasına yer verilmesi öyküde zaman zaman roman tadını da yaratmış ki bu da metne çok güzel renk katmış, edebi metinler iç içe geçmiş hissi veriyor. Roman biliyorsunuz, Rönesans ile birlikte Cervantes’in Don Kişot’u ile hayat bulmuş bir edebi tür. Don Kişot’ta insanın iç dünyasına girmenin önemi, insanın dünyayı anlaması açısından çok önemlidir. Okuduğum öyküde bu çok güzel sağlanmış. Öyküde ölümün işlenmesi de çok kıymetli, anlatılan üzerinden anlatılmayana ulaşmada ölüm çok güzel bir unsur olabilir. Ölüm ne kadar sade, doğal ise öyle işlenmiş öyküde de. Ölümün sadeliğini, hakikatini çok güzel yansıtmış. Özellikle bu öyküdeki ölüm halini Sait Faik’in Semaver öyküsündeki Ali’nin ölüm haline çok benzettim bu nedenle de çok beğendim. Şiirsel betimlemelerden söz etmiştim. Mesela, “Bir harman sabahı güneş kendini bir gelin gibi gösterip gösterip geri çekerken, toprak günü görmeden çatlamaya hazır beklerken, köyün üzerini kara bir duman kapladı.” şeklinde çok güzel şiirsel ifadelere de yer verilmiş. Genel anlamda ben çok yaratıcı buldum, çok beğendim tebrik ediyorum, başarılarının devamını diliyorum.
SADIK ÇİL: Demet’ten ilk defa bir aşk öyküsü dinleyeceğiz derken, sanki yine bizi şaşırtıyor. Gonca söz sende.
GONCA ÇİL KÖSE: Öyküye başlarken öykünün ismi bana hiçbir çağrışım yapmadı ve “Saat 10.00’da” ile ne anlatmış olabilir diye düşündüm. Öyküye başlayınca Elif ve Umut’un yeni başlayan hikâyesinin bir kesiti olduğunu anladım. Başından sonuna 3 sayfalık kısa bir öykü olmasına rağmen duygu dolu ve bütün duygularını da hissettiğim bir öyküydü. Okurken bildiğiniz Elif oldum. Ne olabilir, ne yapabilirim diye onun bütün duygu değişimlerini dakika dakika heyecan anlarını, sevgisini, kaygısını, duygularının yön değiştirmesini hissettim. Tüm okuyucuların da hissettiğini düşünüyorum. Öykünün bütününden çıkardığım sonuç bunların altında bir güvensizlik olduğuydu. Bir konu üzerinde uzun uzun durunca, düşüncelerin daha da kötüye gidebileceğini, çok irdeledikçe, üzerine gittikçe anlatıcı kendisini ciddi bir kaos ortamında buluyor. Bazen yaşadığımız duygular, yaşadığımız kaygıların aslında karşı tarafla ilgisi olmadığını, tamamen kendimizle ilgili olabileceğini gösteriyor bize. Küçükken bir yere gidecekken, uzak bir yere uzak dediğimde bir araçla kısa sürede ulaşılabilen köprübaşı diye bir yere gideceğim zaman heyecandan uyuyamazdım. Bu öykü heyecandan uyuyamadığım o günlere götürdü beni. Öykünün sonu ayrıca mutlu etti beni, iyi ki o gün aaat 10.00 değil ertesi gün saat 10.00 imiş. Demet abla ben öyküyü çok beğendim ve çok etkilendim, emeğine, kalemine sağlık.
SADIK ÇİL: Bu öykü ile ilgili ben de yoksul semtlerin öyküsü notunu almışım. “Cüzdanına baktı, fön çektirecek parasının olduğunu görünce…” Ya kenar mahalle, ya köylü olup ya kasabalı olup ayakta durmaya çalışan kadın öyküsü diye değerlendirdim.
Aramızda Eğitim Sen’in eski dönem Genel Başkanı Prof. Dr. Nejla Kurul da var. Hocam hoş geldiniz, sizi aramızda görmek ne güzel. Buyurun.
NECLA KURUL: Herkese merhaba arkadaşlar. Şu anda ben Tez Koop İş Sendikasında görevliyim. Sendika bünyesinde çıkan dergilerin sorumluluğunu yürütüyorum, bunlar Kadın Dergisi, Genç Emek Dergisi, Çocuk Dergisi ve bir de biraz daha bürokratik sendikal mücadelelerle birimlerin neler yaptığını anlatan ana dergimiz var. Demet ile de hem bu dergiler sayesinde hem de sendikadaki görevi nedeniyle tanıştık. Demet bir gün odama kitabıyla geldi. Ben kitabı elime aldım, çok güzel dedim. Ayaküstü kendisi üyemiz de olduğu için kitabın Kadın dergisinde tanıtılabileceğini ve kendisi ile kısa da bir söyleşi yapabileceğimizi söyledim. Ertesi sabah şöyle bir bakayım diye kitabı elime aldım. Birinci öyküyü bitirdim duramadım, ikinci öyküye geçtim, üç dört derken işlerimi askıya alıp gün içinde kitabı bitirdim. Demet’i arayıp kitap ile ilgili düşüncelerimi ilettim, arkasından bu kitabı daha çok tanıtmalıyız dedim. Kadın dergisi için kendisiyle bir söyleşi gerçekleştirdik ve kitaptan Bavul isimli bir öyküyü dergide yayınladık. Biliyorsunuz Türkiye’de bir çölleşme, çoraklaşma var hani hep gündelik hayat içerisinde kullanılan dildeki kısaltmalar, aşırı sadeleştirmeler, özensiz dil kullanımları gerçekten çok yaygınlaştı. Biz de işçi sınıfının içindeyiz hali hazırda sınıf mücadelesi de bir hegemonya mücadelesi, söylem mücadelesi o yüzden bilim, sanat, siyaset, sevgi ile yüklü bir dergi çalışması da bizim istediğimiz bir şey. Dolayısıyla sevgili Demet ile buluştuk, şimdi bir kız kardeş olarak çalışmalarımızı geliştiriyoruz. Bütün öykülerde muhteşem mesajlar var ve anlam dünyasını çok zenginleştiren o iç ses cesurca. Türkiye’nin bu kapatılmışlık duygusu ve ifade özgürlüğündeki baskıları düşündüğümüzde bu düzeyde bile iç dünyanın bu kadar açık ve net anlatımı çok önemli. Ama eğer daha çok özgürlükler yaşayabilmiş olsaydık Demet başka tür öyküleri nasıl aynı yalınlık ve açıklıkla ya da özgürce anlatabilecekti demeden kendimi alamıyorum. Bir kitapta da yine böyle başından sonuna kendimi evin içinde bir yere atıp yazarla vakit geçirdiğim olmuştu. Virginia Wolf’un Kendine Ait Oda’sını okurken de böyle olmuştum. Tüm kadın arkadaşların, erkek arkadaşların yazmaktan vazgeçmemesi, edebiyattan vazgeçmemesi, bu özgürlüğümüzün üzerindeki baskıların da zorlayarak otosansür uygulamadan yazabilmelerinin alanlarını hep birlikte açabilmenin yollarını bulmamız gerekiyor diye düşünüyorum. Çok teşekkür ederim bu buluşma için.
SADIK ÇİL: Çok yakın arkadaşlarımdan birisi beni aradı vakti zamanında, gece yarısı. Bundan 18 yıl önceydi, eşim hamileydi ve son günlerine yaklaşmıştı artık. Babasının Adana’da olduğunu, kalacak yerinin olmadığını ve bizde kalıp kalamayacağını sordu. Dışarıda müthiş bir yağmur yağıyordu, araba yoktu ve eşim her an doğurabilirdi. Kusura bakma dedim, tam 18 yıldır arkadaşım beni aramıyor. Evet Nil, Bavul öyküsü ile baş başa bırakıyoruz seni.
NİL ÖZEN: Kitabı iki kez okudum, çok keyifliydi. Okurken hep hangisi Demet, hangisi değil diye düşündüm. Demet’in karşıma çıktığı anlar oldu, en azından ben böyle hissettim. Bavul öyküsünde hep duran bir karakter var ama bir taraf içeride bir taraf dışarıda gibi. Dışarıda bir hayat yaşıyor, orayı izliyor ama içeride de bir ses var ve çok hoş. Öykülerde beni hep içine çeken bir şey oldu aslında. Sanki yazarın içindeymişim gibi hissettim. Bütün karakterlerin buğusu var gibi kitapta, dışarıda bir dünya var ama içerideki ses sürekli geçmişe doğru ya da kendi düşüncelerine doğru çekiyor gibi hissettim. Ben terapistim, biri konuşuyor ama nereden konuşuyor? Kaç yaşında konuşuyor, hangi anıdan konuşuyor gibi bakarak dinlemeye çalıştım ki anlayabileyim. Nereden sesin geldiğini görebileyim ve ne hissettiğini anlatabileyim diye. Bavul öyküsü ile ilgili konuşacak çok şey var, psikolojik, toplumsal ögeler, annenin iç sese dönüşmüş hali o kadar baskın ki hasta olduğu halde işe gitmeye çalışan bir kadın, arkadaşlarının ne düşündüğünü önemsediği için hasta hasta işe gidiyor. Çok dış odaklı bir annenin çocuğu konuşuyor orada. Öykülerde afallama hissettim, sonu belli olmayan hikâyelerde hissedilen türden bir afallama. Öykünün başında hissettiğim bavulu gören kadın ve biran adam evden gidiyor gibi düşündüm, kadın eve gelecek ve adam terk edip gidecek diye düşündüm çünkü kendi dünyasında dolanan bir kadın farkında değil hiçbir şeyin. Kaygıları var ama sonra densiz bir misafirin gelişi ile girdikleri bir döngüye tanıklık ediyoruz. Evin pis olduğuyla ilgili kaygı yaşarken kadın, adamın kokmaktan zerre rahatsızlık duymaması aslında gerçek dünyanın iç sese ne kadar hizmet etmediğiyle ilgili. Annenin öğrettiklerinin ne kadar boş olduğu ile ilgili. Ev pislikten koksa da adamın umurunda değil.
GÜLŞEN ÇOKLUK: Çok bilindik bir tabir vardır, kız çocuğunun nerede öleceği, mezarının nerede olacağı belli değildir. Sürekli kaplumbağa gibi oradan oraya gidebilir ve doğduğu yerde değil de öldüğü yerde bir simge var orada kadınlarla ilgili. Bohça da orada kaplumbağanın taşıdığı veya aslında hiçbir yere ait olamama ve erkeğin yanında bir şekilde var olma imgesi. Bu öykü çok tanıdık çocukluğumun hikâyelerinden biri. Bu öyküleri bir bütün olarak değerlendirdiğim zaman, etkilendiğim yerler çok fazlaydı. Ciddi anlamda o hikâyeyi yaşıyormuşuz hissi veriyordu. Burada okurun duygularına doğrudan temas eden, oldukça etkileyici ve travmatik bir gerçekliği de açık biçimde anlatan bir metin. Çok yalın bir dil var ama yoğun imgelerle örülü anlatım ile Halime’nin içi dünyasını güçlü bir şekilde yansıtma söz konusu. Sanki bu öyküyü Halime yazmış gibi ya da Halime’nin dibinde duran onu çok iyi tanıyan birisi yazmış gibi çok net bir aktarım var. Söğüt ağacı da çok güzel bir sembol, söğüt ağacının sembolik anlamına baktığımızda sığınma, sessizlik ve tanıklık metaforlarını çok net biçimde görmekteyiz. Metne şiirsel bir derinlik de kazandırıyor tüm bu söylemler. Dilin yer yer şiirsel bir biçimde aktarıldığını görüyoruz. Ve burada özellikle metaforların aynı şekilde kullanılması da aslında yazarın gerçek ile kurmacayı harmanlayarak ortaya koyduğunu görüyoruz ve bu da geçişlerde oldukça etkili, güzel ve doğal bir biçimde, kronolojik sıralama içinde o travmanın katmanları çok usta bir biçimde işlenmiş. Travmayı bilen, bu travmayı hisseden hem empati hem de sempatinin olduğu yerde kat kat işlenmiş. Halime’nin yaşadıkları ağır çocukluk travmaları, cinsel istismar buna eşlik eden terk edilme ve kimlik yokluğu birçok psikolojik kırılma noktasını da barındırıyor. O kimlik yokluğu bir anda belki de bohça ile eşdeğer olacak bir şey. O kimliksizlik, kadının kimliğinin olmaması, adının olmaması bir yerde onu güzel bir biçimde temsil ediyor. Tabii burada çok sık karşılaştığımız sosyal olaylar bizi sosyal, psikolojik anlamda rahatsız edecek pek çok öge ile de karşılaşıyoruz. Duygularımı bastırması Halime’nin ahraz olması, içselleştirilmiş öfke ve çaresizlik duyguları, travma sonrası stres bozukluğu örüntüsünü de bize sergiliyor. Özellikle söğüt ağacı ile kurduğu bağ o kadar etkileyici ki, belki de dış dünyaya duyulan güvensizliğin içsel bir objeye yönetilmiş formu olarak şekillendirebilir, tanımlandırabilir bu durum. Tabii burada Halime’nin benliğinin edilgen bir biçimde hapsedilmiş ruhu, kendilik algısı başkalarının eylemleriyle biçimlenmiş bu da aslında bireyin sınırlarının ihlali ile ilgili psikodinamik açıdan da önem arz ediyor. Özellikle kendilik algısı başkalarının benliği arasındaki gidiş gelişler… Tabii karanlık bir yüz ortaya konuluyor metinde. Halime’nin çocuk olarak hizmete verilmesi, bedeni ve emeği üzerinde de hiçbir söz hakkının olmaması, özellikle köy veya konağın sınıfsal yapısı, çocuğun burada değersizleştirilmesi, ataerkil yapının ve sınıfsal eşitsizliğin de kesimsel bir biçimde baktığını göz önünde bulunduruyor. Aile yapısının bireyin hayatı üzerindeki mülkiyetçi tavrı, baba figürü üzerinde de eşleşmekte burada ve konağın tüm bireylerinin sessiz kalışı kolektif körlüğe de işaret ediyor. Ve suç ortaklığının bir temsili olarak burada çok net görülüyor ki kolektif körlük aslında toplumda net biçimde gördüğümüz, bizi rahatsız etmesine rağmen pasifize eden de bir durum. Hepimize kolektif körlük içinde yaşadığımızı hissettiriyor. Öykü varoluşsal yalnızlığı da derinlemesine inceliyor. Halime’nin dünyaya gelişi, dünyaya fırlatılmışlığı, çaresizliği, kendi yaşamına dair özne olamayışı Sartre ve Camus’un varoluşsal yabancılaşma kavramlarını da çağrıştırıyor. Ve yazarın Halime’nin tüm bu koşullara rağmen anlam arayışını sürdüremeyişi, sessizlik ve direnci birer varoluşsal tutum olarak resmetmesi oldukça etkileyici. Söğüt ağacı aynı zamanda susturulmuşluğu, vicdanın susturulmuşluğu metafor olarak gözler önüne seriyor. Metnin tamamına sinen empatik bakış açısıyla Halime’nin hikâyesini anlatırken yazar oldukça sorgulatıcı bir duruş sergilemekte. Yargılamaz ancak tanıklık ettirir, her satır burada toplumsal yapının çürümüşlüğüne, suskunluğuna adaletsizliğine karşı yazılmış bir tepki ve manifestodur buradaki durum. Kirli bohça yalnızca Halime’nin eşyalarını değil asıl toplumun üstünü örttüğü utancı da kendi içinde barındırıyor. Utancın metaforik bir biçimde anlatımı söz konusu. Edebi yönden öyküyü kendi adıma çok resmedemem, anlatamam belki ama bence edebi gücünün ötesinde hem psikolojik hem sosyolojik hem de etnik katmanlarıyla çok yönlü bir metin, bu anlamda çok etkileyici olduğunu söyleyebilirim. Hatta tek başına roman derinliği olan bir metin. Halime’nin sesi susturulmuş tüm çocukların, kadınların sesiyle birleşmekte burada. Söğüt ağacının gölgesi artık bir yerde çocuğun değil aslında vicdanın da soluklandığı bir yer. Hikâyenin verilme tarzı da oldukça etkileyiciydi benim için, dediğim gibi çok tanıdık bir hikâye. Özellikle Halime’nin susturulmuş olması, çok etkileyiciydi. Teşekkür ederim, çok güzel bir öykü ve çok güzel bir kitap olmuş. Öykülerin hepsi çok güzel.
SADIK ÇİL: Sözü Lora’ ya bırakıyorum.
LORA ALP: Ben Seçim öyküsünü değerlendireceğim. Öykünün başında ilişki dinamiklerinden bahsedecek diye düşünmüştüm ilerleyen yerlerinde böyle olmadığını gördüm. Yabancılaşma, eğitim sistemi ve kadın sesinin yok sayılması güzel yansıtılmış. Teşekkür ederim.
SEVGİ EKMEKÇİ: Çok yıllar önce ben de yazıyordum. Kısa kısa öyküler okumak iyi geldi bana ve kendi adıma tekrar yazma konusunda yüreklendirdi. Sadece dinleyici olarak katıldım bu nedenle öyküler üzerinde düşünmedim açıkçası. Sadece Destina öyküsü ile patlamada kaybettiğimiz tüm canları anmak isterim huzurunuzda.
SADIK ÇİL: Aramızda İlef kitap kurtları ve Doğa Kitap Kurtlarından arkadaşlar var. Şimdi sözü İlef kitap kurtlarından Nihan Özdemir’e veriyorum.
NİHAN ÖZDEMİR: Ben sadece dinlemek için katıldım aslında, hem Demet’in yanında olmak için hem de başka kitap kulüplerinin nasıl öykü değerlendirdiğini görmek için. Biz de konuşacağız bu kitabı yakın zamanda. Bizi de davet ettiğiniz için çok teşekkür ederim, keyifli bir toplantı oldu.
SADIK ÇİL: Ve ikinci İlef kitap kurdu İrem Erbil… Buyurun….
İREM ERBİL: Çok keyifli bir dinleme oldu benim için. Biz 15 üniversite arkadaşı bir araya gelip İlefkitapkurtlarını oluşturduk. Biz benzer kökenlerden gelen, benzer yaş ve eğitimden geçmiş 14 kadın, 1 erkek arkadaş benzer bir platformu paylaşıyoruz ama burada çok farklı deneyimlerden, çok farklı mesleklerden kişilerin arkadaşımın kitabını değerlendirdiğini görmek bana gerçekten büyük gurur verdi. Ülkemizdeki karamsarlığa rağmen, ülkemizin çeşitliliğini ve zenginliğini bir kez daha görmek beni mutlu etti. Evet, bu coğrafya biraz zor bir coğrafya ama ne kadar kadim, ne kadar renkli ve çeşitli olduğunu, ne kadar derin olduğunu bu tür ortamlara girdiğimde görmek beni çok mutlu ediyor gerçekten. Her birinizin emeğine, ağzına sağlık, çok güzel yorumladınız. Demet’in en güçlü yanı bence bu toplumsal altyapıyı, sosyolojik çeşitliliği başarı ile ortaya koyabilmesi ve bu akşam ki konuşma da onun bir izdüşümü gibiydi. Onun toplumun çok kesiminden kadınların ya da insanların yaşadığı sorunları dile getirdiği kitabını yine çok farklı meslek gruplarından farklı bakış açılarından, farklı derinliklerde yorumladılar. Bunu çok gurur verici ve çok şenlikli buluyorum kendi adıma. Özellikle Necla Hoca’nın zaman ayırıp toplantıya katılmış olması, onun kitaba verdiği değer beni daha da gururlandırdı. Birçok arkadaşın da dediği Demet’in bakış açısı olumsuz olanı görmeye iten bir bakış açısı ve ben bunu değerli görüyorum. Postmodernizmin ve kapitalizmin bize dayattığı sürekli mutlu olmalıyız, neşeli olmalıyız, sürekli bir şey tüketmeliyiz ve efendim hayatı bir festival gibi yaşamalıyız düşüncelerinin değili aslında hayattaki gerçeklere, karanlıklara cesurca dönüp bakabilmek. Demet’in de bunu başarı ile yapabildiğini görüyorum. Bu da beni çok mutlu ediyor. Bu dünyada sıkıntı yaşayan çok insan var onların sesi olmak çok kıymetli diye düşünüyorum. Bazen karanlık olana bakmak içimizi daraltıyor bizi sıkışmış hissettiriyor olabilir ama buralara bakmak ve görmenin çok değerli olduğunu düşünüyorum. Bizi bu toplantıya çağırdığınız için tekrar teşekkür ederim.
SADIK ÇİL: Doğa Kitap Kulubü’nden Bora Akif Değerli’ye bırakıyorum şimdi de sözü.
BORA AKİF DEĞERLİ: Demet Türkiye’deki güncel konuları güzel yansıtıyor. Çok değerli birisi ve çok da güçlü bir kalemi var. Toplumsal meseleleri bize yansıtması da çok kıymetli diye düşünüyorum. Farklı kitap kulüplerinden arkadaşların değerlendirmelerini dinlemek de zenginleştirdi beni. Hepinize teşekkür ederim, Demet, tekrar kalemine sağlık.
SADIK ÇİL: Doğa Kitap Kulübünden Zeliha’ya bırakıyorum sözü…
ZELİHA AVCI: Öykü okumayı sevmeyen ben kitaba bayıldım. Bazı öyküleri okurken Yaşar Kemal okuyormuş gibi Anadolu havası hissettim. 20 öykünün 20’si de okuyucuyu yutkunduruyor. Tüm öykülerde bunu hissettirmek büyük bir başarı bana kalırsa. Toplum nezdinde geçmişten günümüze gelen dar görüşlü, ilkel insanlar bazen hayatı bazılarımıza yaşanılabilir kılmamak için elinden gelen her şeyi yapabiliyor. Kitabın bazı öyküleri tokat gibi çarpsa da utanmamız gereken bir insanlığımız olması gerektiğini düşünüyorum. İnsanlığımız kaldı mı? O da ayrı bir konu. Kitap biraz üzüp, bittiğinde buruk bir tat bırakmış olsa da çok sevdim, severek okudum. Destina, Kirli Bohça, Kısırdöngü, Kumdan Kaleler, Karşılaşma, Sevda Karası öyküleri benim için en iyi öyküler oldu. “İşte insan yanlış eş seçerse tüm aileyi felakete sürükleyebilir.” , “Yeryüzünün bütün acıları doluyor gözlerime.” Aklımda kalan etkileyici cümlelerden. Böyle muhteşem öykülerin gelmesini hatta Demet Eşmekaya’dan roman okumayı çok isterim.
SADIK ÇİL: Ben de kısa bir değerlendirme yapıp sözü yazarımıza bırakacağım. Bir şekilde Demet’in, konuştuğu gibi yazan bir tarafı var. Sıcak, samimi, nasıl konuşurken sıcaklığını, arkadaşlığını, dostluğunu bize geçiriyorsa, yazdığı öykülerde de bu duyguları bize geçirdi. Teknik olarak toplumsal gerçekçi bakış açısıyla yazmış olması çok değerli. Kadın sorunsalını yazıya taşıyarak bir anlamda varoluşsal bir gerçekçiliği veya bir kavgayı dile getiren kadının bütün hallerini kullanmış olması çok kıymetli. Ataerkinin bir kişi değil de bir sistem olabileceğini göstermesi güzeldi. Öyküler çok güzeldi, eşsizdi devamı Ankara’da… Tekrar hepinize sunduğunuz katkılar için teşekkür ederim.
DEMET EŞMEKAYA: Kitabın iç tasarımı, puntosu, yazı aralıkları, yazıların rengi ve basıma dair tüm hatalar beni de çok rahatsız etti ve yayıneviyle de bunu paylaştım. Yayınevine bugün bir kitap siparişi vermek için ulaştığımda, kitabın ikinci baskıya gireceği haberini aldım. Bu güzel haberi sizinle de paylaşmış olayım. Benim birkaç gün içinde çok hızlı bir biçimde kitaptaki yanlışları düzeltip, iletiyor olmam gerekiyor. İçerik olarak hepinizin de ifade ettiği gibi kitap yaşanmışlıklardan yola çıkılarak yazıldı. Büyük oranda yaşadığım, duyduğum, tanıklık ettiğim, çocukken sürekli anlatılan masallar gibi anlatılan hikâyeler vardır ya küçük yerlerde özellikle Anadolu’da çokça anlatılır. Çocukluğumda Kirli Bohça’daki Halime’yi hep duydum ve gerçek bir öykü. Kumdan Kaleler deli kardeş sanılan ama eş olan kişiler Ulucanlar Katliamının anlatıldığı öykü, iş yaşamının anlatıldığı Bir Günün Anatomisi, işte Kusma öyküsündeki halk otobüsü hikâyesi hepsi bire bir tanıklık ettiğim öykülerdi. O anlamıyla kendimden çok şey katmadım. Belki bu öyküyü vasatlaştırıyor gelen eleştirilerden de yola çıkarak bu yorumu yapıyorum. Gerçek olan bir şeyi yazarken, kurmacaya kaçarsam sanki gerçekliğine ihanet edecekmişim hissiyatı uyandı bende. O nedenle de daha az dokunarak, daha az gerçekliğinden saparak yola çıktım yazarken. Bir öykücü olarak bu iyi bir şey değil, bunu aşmam gerekir. Asiye karakteri yazarken Asiye Nasıl Kurtulur oyununa filmindeki Asiye ile bir bağ kurarak yazmamıştım ama güzel bir tesadüf olmuş. Destina öyküsü tamamen gerçek bir öykü. 13 Mart 2016 Güvenpark Katliamı’nda kaybettiğimiz canlardan birisi. Zaten kitabın yola çıkışı da Destina’yı ölümsüz kılmak içindi. İyi bir okurdum, bir süre editörlük de yaptım ve edebiyat dünyasının içinde bulundum. Ama o süreçte yazmayı hiç düşünmedim. Destina’dan sonra yazmaya başladım. Yazdığım bu ilk öyküyü Sarıyer Belediyesi öykü yarışmasına gönderdim. Öykü ödül alamadı ama Faruk Duman öykü atölyesi armağan etti Sarıyer Belediyesi. Destina öyküsünden sonra yazdıkça sağaldığımı fark ettim ve diğer öykülerin hepsi de böyle çıktı. Omuzlarımda yük gibi gördüğüm bugüne kadar duyup da bir türlü üstümden atamadığım her şeyi yazmaya başladım. Bu yazma süreci bana iyi geldi. Çok uzun ve verimli bir akşam oldu, her birinizin değerlendirmesi, eleştirisi çok kıymetliydi, çok teşekkür ederim.