BONİS NOCET QUİ MALİS PARCİT/CANAN KAYIŞLI
Kötüleri Affeden İyileri Cezalandırır
Her ne kadar zülüfler artık kırçıllı olsa da, arkadaşım (övünmek gibi olsun) Uğurcan’ın değerli babası, Aşık Daimi’nin “Ne ağlarsın benim Zülfü siyahım, bu da gelir, bu da geçer ağlama” dedim kendime, kendi kendime. Neler neler geçmedi ki? Yakın sandığın birilerinin, senin doğrularına uzak düşmelerinden dolayı mı bu kırgınlığın, dargınlığın, yorgunluğun? Yoksa bile- göre lades dediğin için mi kızgınsın kendine?” de dedim!
Herkesin kendine yakışanı yaptığını bilmene rağmen, bu şaşkınlık neden? İnsanların pornografik hayatı tercih edip, kendilerini itibarsızlaştırmalarına üzülmek neden eyy gönül! Farkında değil misin, sen içinde kibir olan bir duyguyla, sevdiklerinin, hayatına değmesine izin verdiklerinin, hayata bakıp yaşadıkları yerle, gönlünden ve gözünden düşmelerine üzülüyorsun. Birilerinin tavırlarını ve sözlerini kendi doğrularınla düzenleme isteği Gestapo’ya ait bir tavır değil mi? Hem hangi hakla, sen kim olduğunu sanıyorsun ki? Sana farklı kontenjanlardan sınırsız kredi, sınırsız “hak” vaat edilmiş olabilir, fakat bu yorgun ve “mahvi” olmayan gözler, verilen büyük sözlerin, yirmi dört saatle sınırlı olduğunu görmedi mi? Sen başkası adına utanıp, başkası adına üzülürken, “yağmur kaçağı” doluya tutulmak istediyse boş ver…
Yağmurun rahmetini değil de, dolunun maskeli “inceliğini” istediyse boş ver. Çünkü hayat seçimlerden ibarettir, herkes seçtiğini ve belki de hak ettiğini yaşıyor. Yansıttıklarımız ve dilden taşanlar, yüreğimizin kıyısına vurup dökülenler. Tıpkı senin dilini kılıç yapıp, gerçekleri savur(n)duğun gibi, birileri de, barajı olmayan topraklara ya da bataklığa sevgi cümlelerini döküyor! Sen söz akittir derken, onlar “Söz hükmünü yitirir” diyor. Doğrunun göreceli olduğunu biliyorsun, gerçek ise artık söz gibi, öz gibi bükülen bir ahval. Saf ve safrasız gerçek duygular çok uzaklarda, görülmezler ülkesinde.
“Ervahı Ezelden levh-i kalemden” böyle gelmiş, böyle gidecek!
“İyi olmak kolaydır, önemli olan adil olmaktır” derken Victor Hugo, bu sefil günleri öngörememiş. Çünkü artık iyi olmak da, iyi kalmak da çok zor. Günümüzde iyi olmak, saflık ve salaklıkla eş değerde; “insan” hinlik ve cinlikle övünür mü; övünürmüş gördüm. İnsan yanlış, hata ve günahları için, eğitimine, aile geçmişine sığınır mı; sığınırmış, gördüm. İnsan, başkasını da etkileyen, başkasını enkaza çeviren hayati kararları, dost dediğinin eteği altına sığınarak verir mi; verirmiş, gördüm. Bu zalim zamanlarda, dostluğun ve iyiliğin pohpohlamak ve sırtını sıvazlayarak “yürü be koçum, kim tutar seni” demek olduğunu da öğrendim. İyiliği sadece kendi hakkı olduğunu sanarak “kirleten”, dostluğun hataları önlemek ya da yüzüne gözüne söylemek, hatta buna engel olmak, eleştirmek demek olduğunu bilmeyen, vicdanı hep kendine yontan insanlar, dostluğun içini boşalttığından bihaber! Çünkü vicdan ve merhamet, tıpkı bir kas gibi kullanıldıkça, sağlamlaşan ve gelişen melekeler, kullanmayanda ise körleşen, hatta yok olan… Kurnazlığı zeka ve marifet sayan ne bilsin bunu? Ahh…
“Bize benzemez buralar, kendime diyar olmuşum.”
Mağduru başkası olan her yanlışa, adaletsizliğe bir kılıf, bir gerekçe bulma işçisi herkes; bunun “Bana dokunmayan yılan bin yaşasın” demek olduğunu bilmeyen, bilmek istemeyen, mağdur olana ihanet ettiği kadar, suçun ve günahın ortağı olarak, kendine de ihanet içinde.
Duygular artık eprimiş olsa da, düne ve daha da geriye baktığında, insanın bıraktıklarından, yaşadıklarından dolayı, burnu özlemekten hafif sızlamalı, utanmadan, keşkesiz! Bu da ancak, “anıya değer anı” biriktirmekle olur, onlara saygı duruşuna geçmekle olur… Artık susma/k zamanı!
“İşte ben gittim, her şeyi söyledim, gittim”
Burnumun direği sızlıyor!