DİDEM MADAK’a/ Deniz GARİPCAN
DİDEM MADAK’a
PUL BİBER MAHALLESİ’nin yüreğinde acıyla karışık duygulardan
rengârenk şiir reçelleri kaynatan Şair DİDEM MADAK’a…
Sevgili yürekdaşım, kalemdaşım, acılarını, yalnızlığını kalemle
hemhal eden yaralı yürek, çok geç tanıdım sizi bunu kendi talihsizliğim sayıyorum.
Mahcubiyetimi kabul buyurun öncelikle.
“Aynı dili konuşanlar değil aynı duyguları paylaşanlar.”
anlaşabilir demiş bir düşünür. İnsanı insana yaklaştıran da duygular değil midir? Aidiyetlik duygusu ve evsinmek. Yüreğinizle sizden sonra buluştu yüreğim…Bence bu buluşma kendi farkındalığını da oluşturuyor insanın ve acıların ortaklığı kan bağından çok daha tutkulu. “Bazı yaralar yararlıdır buna inan, Bazı yaraların ortasından küçücük bir el, sanki geçmişine çiçek uzatır.” demişsiniz. Ne kadar da haklısınız. Bunu idrak edebilecek bunun farkına varacak insan sayısı o kadar az ki! Susadım demeden uzatılan halden anlayan duygularınız var. Hele her şeyin maddeyle algılanır olduğu bu zaman diliminde. Günümüzde buna krizi fırsata dönüştürmek diyorlar çok da tasvip ettiğim tam bir özdeşim olmamakla birlikte, edebiyata alternatif tıp olarak da bakılabilinir bence. Fakat öncelikle yarayı teşhis etmek önemli, sonrası kendiliğinden geliyor zaten. Ya yazmak ya da iyi bir okur olmak rahatlatıyor insan ruhunu. Ya yol ya yolcu olmak gibi…
İnsan hayatta neyle karşılaşacağını elbette kestiremiyor maalesef. Meselâ siz mutlu bir evin içinde size tüm kalbiyle, sevecenliğiyle bağlı bir anneye sahip ve onun sevgisiyle sarıp sarmalanmışken; onu erken yaşta kaybetmenin acısını iliklerine kadar hissetmişsiniz. Ve anneyi kaybetmenin sizde bıraktığı o yalnızlık duygusunu, baktığı her yere kelimeleriyle resmeden bir şair doğurmuş acıdan mustarip duygularınız. Hayatın içindeki her kareyi, her anı bir zerreciğini bile ziyan etmeyen bir aşçı gibi tuz serpmişsiniz yaralarınıza. Bu bağlamda sizinle aynı kaderi paylaşan veya annesi, babası varken bile o yalnızlık duygusundan, anlaşılamamaktan kurtulamamış gençlerimizin de kendi iç sesleriyle oluşturabilecekleri şarkılara, şiirlere, müziklere, sanata ihtiyaçları var. “Karanlığın kalbinde yalnız açmanın acısını” yıldızlı bir gökyüzü şölenine çevirebilmek için.
Kısmen de olsa birçok konuda aynı kaderi paylaşmışız sizinle Didem Hanım. Ben de adını koyamadığım duygularımı şiirle tanıdım, şiirle bastırdım iç kanamalarımı. Kalbimin ve ruhumun bütün iç ceplerinden kelimeler fışkırıyordu sessizce….
Kelimelerin bir ninni gibi insan ruhunu rahatlatıp uyutan, yüreğini bir ağaç gibi büyütüp olgunlaştıran, kimi zaman da bir terzi gibi tam da ruhumuza, iç sesimize, uygun kalıplardan giysiler diktiğini fark ettim. İşte o fark ediş avuttu beni de. Dopamin, seratonin, vitamin gibi yani insan ruhunun da gıdaya ihtiyacı var. O gıdayı da sanatla almak gerekiyormuş. Bunu fark etmiş olmanın huzuru bir başka güzel. Herkes şiir yazamaz lâkin okumak, anlamak da başlı başına bir sanattır. Herkesin aşçı olup muhteşem yemekler yapamaması gibi yani ancak iyi bir gurme olmak için de o lezzetleri iyi bilmek gerekir. “Acılarının başını evcimen telaşlarla okşamak” bu olsa gerek. “Siz zehir nedir bilmezsiniz. Zehir aşkı bilir oysa bayım” bir şeyi zıddıyla öğrenmek de en çok yokluğunu tadanlara aşina bir duygu. Acının gurmesi de olurmuş değil mi Didem Hanım? Hem aşçı hem gurme olmak da ayrı bir sanat. Hele bunu yazınsal anlamda sunabilmek yani duygularının farkında olup onları karanlık bir gecede havai fişek gibi görsel ve duygusal bir şölene dönüştürmek… Durup izleyenlerin de aynı hazzı duyabilmesi. Tam da beni anlatıyor demesi ve bir nebzede olsa anlaşılabilmenin o ruhumuzda bıraktığı dinginliği yakalayabilmek… Duygudan sıyrılmış insanlar maddi bir doyum arayışının peşindeyken; ziynet eşyalarıyla kollarını boyunlarını süslemek, çeşit çeşit kıyafetlerle alışveriş çılgınlığının dibine vurmak ya da sürekli bir üst model araçlar, evler, eşyalar için girilen kıyasıya yarış içinde. İnsanların durup kendi duygularını tanımaya, anlamaya dahi ne zamanları ne de kabiliyetleri var. “Dünyaya bile bi dünya anne lazım” Bunca deliliğin vurdumduymazlığın, yalnızlığın arasında çıldırmamak için bir limanı olmalı insanın. “Limanı olanın, aşk’ı olmaz ki bayım..” ne derin bir cümle… Yani diyorsunuz ki: Kendi içindeki limana sığınan yüreğinin derinliklerindeki köşede inzivaya çekilen, kendisiyle duygularıyla hemhâl olanların geçici arayışlarla heveslerde, başkalarıyla, debdebelerle, işi olmaz! Kalbi mutmain etmek gerekiyor ve “yegâne definesi kalbi” olanlar bir özgeçmiş oluşturabilir ancak. Öz geçmiş oluşturmayı yalnızca çalışma hayatında olur zannediyoruz. Oysa insan hatıraları, sevinç ve acılarıyla, hissettikleriyle de özlü bir geçmiş oluşturabilmeliymiş. Yalnızca kendi hissedişlerini değil baktığı her nesnede aynı hissiyatı görebilmek de insanlıktan sayılmalıymış. “Ben bu kulaklara göre ağız değilim” der Nietzsche de. İnsan iç sesini duyuramadığı her yerin herkesin yabancısıdır yani çoğu zaman kendinin bile… Hangimiz bunun ne kadar farkındayız? İnsan bir ülkede değil aslında insanın içinde bir ülke yaşarmış; ırmaklar yalnız vadilerden değil insanın içinden de ırmaklar taşarmış. Şiirlerinizde, kâğıtla kalemle dertleşmenizde bunu görebiliyoruz. İnsanın içinden akan ırmağın ne anlattığını duyabilmek ve kelimelerle resmedebilmek ancak derin ruhların kabiliyetidir. “Birileri mutsuzsa mutsuzlara nergis yolla” yapabilmek de sadece şiirde kalmamalı…Bir bakışla, sıcacık bir gülümsemeyle de yürekteki sökükleri dikebilmeli insan. Aklıyla kalbi arasındaki zikzaklarla yolu uzatmamalı uzakları yakın edebilecek kadar samimi ve içten olmalı ve içtenlikle karşılanmalı “Kaç metredir benim yokluğum” dedirtmemeli kimseye. Masal sayfalarındaki kahramanlarla arkadaşlık etmek de güzel elbet ancak “Aşkın yüzünden düşen bin parçayı toplamaktan yoruldum ben artık Pollyanna” diyecek kadar yorgun düşmemeli insanın umutları.
Bir parça huzur ve mutluluk için bin parçaya bölünmemeli yürekler. “Beni hemen anlamalısın ben kitap değilim.” demişti Oğuz Atay da. Yaşarken anlaşılmalı insan. En çok da bunu arzuluyoruz değil mi? Adımızı kendimiz koyamadığımız gibi bazı duygularımızı da ruhumuza ayna tutacak bir başka elin devreye girmesiyle adlandırabiliyoruz ancak. Günümüz insanlarının, gençliğinin özellikle de duygularını anlamlı kılacak ve kendi öz benliğini bulmasına yardımcı olacak ruh ve fikir kılavuzluğuna ihtiyaçları var. Keşke eğitimi ve hayatı ezber yapmaktan çıkarabilseydik. Her bireyin biricikliği ve kendi toprağında yeşeren endemik bir canlı türü oluşunu idrak edebilecek olgunluğa erişebilseydik. Duyguların anlaşılmadığı bir hayatta insanın da ölüden farkı kalmıyor.
“Bir yığın insan tanıdım. Ama hep yalnızdım.” demişsiniz.
Çağımızın çoğunluğunun hemfikir olduğu tek konu bu sanırım ne yazık ki…Yazarlar, şairler hatta eline bir kitap alıp okumayanların bile… Okumayanlar sahte bir dünyanın maddi hevesleriyle ömrünü tüketirken eli kalem tutanların da yalnızlıktan muzdarip hissetmesi ne garip? Bakmayın garipsediğime aynı yalnızlığın bahçesinde volta atan kanadı kırık güvercinleriz aslında. Gayemiz hayat yolculuğunda kalemi ve duyguları yol arkadaşı yaparak diğer yolculara da kılavuzluk etmek.
“Gözyaşlarım bitse tesbih tanelerim vardı.” İşte tam da burada umutsuzlara umut olacak sözler. Varsa bu dünyada kısa süreliğine de bir yerimiz, görevimizi bilmektir ödevimiz.“Dertli türkülere duyduğum karşılıksız aşk kaldı” aşkı dertli türkülerden tanıyanların aşkı hiç bitmeyecek, rahat uyu Sevgili Didem Hanım, ezberleri biz bozacağız belki de. Aşk bizi nerede görse tanıyacak… Ellerimizden evvel ruhlarımız dokunmuştur aşka bu daha anlamlı değil mi? Günaydını olacağız karanlıkta sabahlayan yüreklerin…
“İçinde her şey çiçek pıhtılarına dönüşecek. Bir gün gelecek hiç ağlamayacaksın!”