LOADING...

En üste git

Şubat 2, 2025

BİR MENDİL NİYE KANAR? /BARAN ARSLAN

Kireçlenmiş duvarın sarartısında karla kaplı memleketimize ait fotoğrafımız asılı duruyor. Lastik çizmeler içinde kardeşlerim. İki erkek, gerisi kız… Dördümüz hazır oldayız. En küçüğümüz ellerini ağzında ısıtıyor. Üzerimizde yamalı hırkalar, seyrelmiş kazaklar… Kardeşlerim geleceğe bakmıyorlar belli ki.

Küflenmiş odanın içinde kardeşlerimin iniltisi. Sobanın üstünde fokurdayan kazan. Annem, yer minderinde, her zamanki yerinde. Başı omzuna düşmüş, uyuklamış. Dışarıda neler oluyor? Taburenin üstüne çıkıyor olanları izlemeye çalışıyorum. Sadece beyaz var, uzun gecelerde. Babam iki büklüm vaziyette bir karaltı gibi beyazlığın içinde. Kapkara bıyıkları görünüyor üç metrelik karı kürerken. Karın içinde sadece bıyıkları geziniyor. Sonra başka bıyıklar… Bir şeyler yapmaya çalışıyorlar babama. Bıyıklar, beyazın içinde kayboluyorlar. Beyazın içinde bıyıklar, beyaz, bıyıklar… Kaybolmakta.

O andan sonrası karşımda: Üstüne eklesen bir yirmi beş otuz yıl kadar. Ne yaşadım ne öldüm ne dirildim. Araf hali yeryüzünde, yeryüzünde iklimlerin içinde. Soğuk gecelerden ve gündüzlerden; başka soğuk ve nemli gecelere. Kumla beyazlatmak amacım. Bana biçilen rol ve görev bu hayatta. Üstelik göz kararı çok iyi yapıyorum bu işi,  beyaz gecelerde beyazın tüm tonlarını ayırt edebildiğim için. Atölyenin sahibi yaptığım işten memnun. Ona da siparişlerini aldığımız mağazaların patronları söylemişler memnuniyetlerini. Yoksa anlamaz kumlamadan. Yerin altındaki atölyede on beş arkadaşımla kumluyorum. Arkadaşlarım tozdan çıkan beyazlığın içinde geziniyor. Ne yapıyorlar?  Anlayamıyorum, bilincimi yitiriyorum çoğu zaman. Avuçlarımda su kabarcıkları, kabarcıklar patlıyor ve kanıyor. Büyük bir hınçla taşlıyorum. Babamın simsiyah bıyıkları, sonra başka bıyıklar, beş kardeş ve çiş kokusu; anam uyukluyor. Minder, yer minderi, o minderin üstünde, bir heykel gibi, orada anam.

Sobanın üstünde kaynayan kazan. Kazandan ıslık sesleri geliyor. Bir canavar karşımda. Öylece kumluyorum. Kompresörden çıkan boğuk ses, ıslığa karışıyor. Kazanın ıslığı ile kompresörün ıslığı konuşuyorlar: “Bu Ramazan var ya az değil! Önceden de böyle pencereden dışarıya bakardı, saatlerce. Huylu huyundan vazgeçmiyor.” “Ya, ne demezsin işi gücü pencereden dışarıyı izlemek. Geçen gün de böyle pencereye çıktı. Elindeki püskürtme tabancasıyla dışarıyı kumlamaya çalıştı.” “Manyak, dengesiz adam!  Şuna baksana kendinden geçmiş. Az sonra merdiveni de dayar pencereye.”  Sadece kumluyorum elimdeki püskürtme tabancasıyla. Beyazlığın içinde arkadaşlarım geziyor. Kuru öksürük sesleri geliyor kulağıma, iki büklüm taşlıyorlar. Soluklarımız kesik kesik.

Karla kaplı memleketteki evimizde soluklarımız birbirine karışıyor. Beş kardeş, bir ana bir de baba öksürüyor tek göz evde. Kim öksürüyor? Tanıyorum onları. Başımızdaki dam akıyor. Buhar üstümüze yağıyor on dört saat boyunca. On beş can yoldaşım ıslanıyor günün en güzel saatlerinde. Can yoldaşlarımı  tanıyorum öksürüğünden. Yemek molası öksürüğü,  tekrar işe başlama öksürüğü, çay içme öksürüğü, helaya gitmek için izin isteme öksürüğü, heladan geldiğini belli etme öksürüğü, paydos öksürüğü.

Merdiveni dayıyorum pencereyi açmak için. Babamı götürüyor hasımlarımız. Gözden kayboluyorlar. Ana ve beş kardeş. Gece uzun, sabah oluyor, gece oluyor ve tekrar sabah. Ağıtlar geliyor akrabalardan. Pencereye bir top çarpıyor. Pencereye doğru bir çocuk yaklaşıyor. Eğiliyor ve beni görüyor. Bembeyazım. Gözlerinde dehşet. Çığlık çığlığa uzaklaşıyor benden. Atölyede arkadaşlarım öksürüyor. “Yeter artık bu kadar pencereden baktığın, hovardalık yaptığın. Hadi gelsene, yapsana, taşlasana, kumlasana!” diyorlar. Öksürükler çoğalıyor. Kumluyorum. Başım dönüyor.Yığılıyorum.

Gözlerimi açtığımda hastanedeyim. Kalabalık, sedyeler, iniltiler ve keskin bir sidik kokusu. Şefkat gösterisinde bulunuyor patronum: “Nasılsın, İyi misin?”diyor. Bende: “İyiyim,” diyebiliyorum yataktan kalkmaya çabalarken. Elleriyle omzuma dokunuyor ve eşime sevimli görünmeye çalışıyor: “Yenge, senin bu kocan var ya hiç dikkat etmez kendine, o kadar da söylüyorum.” Eşimin başı eğik ayaklarına bakıyor. Bir şeyler çıkıyor ağzından duyulmuyor ne dediği. Patronum: “Olur böyle, hastalık, ne zaman geleceği belli olmaz, bir ihtiyacınız olursa her zaman yanınızdayım,” diyor.  Eşim, ağlamaklı: “Ciğerleri bitmiş atölyede toz solumaktan” diyebiliyor. Patronum sırıtarak bize bakıyor. Yastığın altına biraz para sıkıştırıyor ve gidiyor. On beş gün Verem Savaş’ın soğuğunda. Mendilimde damlalar, beyaz mendilin içinde kırmızı damlalar… Beyaz karın üzerinde babamın fırlatıldığı gibi geziyorlar. Bir bizden bir onlardan. Adı kan davasıymış.

Kızıl bir geçiş hayatımda ilk kez. Can yoldaşlarımın yırtık ayakkabıları, yırtık kazakları, lime lime olmuş paltoları. Bağırıyorum karanlık atölyelerde çektiklerimizi. Kimse duymuyor bizi bizden başka. Mendilimin üstünde kızıllık. Sesim çıkmıyor artık. Sesimi kaybettim. Kaybettim mi sesimi? Ne zaman bir sesim oldu sanki? Ses, sus, suskunluk. Susmaya yazgılı kaderimiz öğretildi şükür akşamlarında.

Göç ettiğimiz koca şehirde, bir ana iki kardeş üç de kızı sığıntılıktan kurtarmıştı yaptığım iş. Gecekondumuzu örmüş, sıvasını da yaptırmıştım. Düğünümü de yapmıştım. Temel ihtiyaçlarımızı da karşılayabiliyordum. Çok para getiren bir iş olunca birkaç atölye, yüzlere dönüştü. Çoğaldı. Binlerce adam biraz da kadın, karın tokluğuna çalıştık. Nereden bileceğiz ölümcül hastalığa yakalanacağımızı?

 

2

Onun için hastanede yapılacak bir şey kalmamış bu yüzden eve göndermişler. Ölüm günü beklenir mi? Bekleniyormuş… Tam dört yıldır bekliyormuş köhne evin içinde. Onunla geçen hafta tanışmıştım. Kot beyazlatma işinde çalışan işçilerin ölüm haberleri geliyordu. Kamuoyunun pek bilgisi yoktu bu konuda. İşçi Gazetesi olarak kumlama atölyelerinde  zor koşullarda çalışan işçilerle görüşerek onların çektikleri sıkıntıları, yakalandıkları hastalığı kamuoyuyla paylaşacaktık.

Onu ilk gördüğüm anı unutamıyorum: Battaniyenin içinde, iskelete dönüşmüş bir adam vardı karşımda. Oksijen makinesine bağlı bir yaşam zorunluluğu içinde, kıpırtısız, sakin, öylece yatıyordu.  Modern çağın ötekisiydi. Yüz binlercesi gibi ölüme yazgılı meslek hastalığıyla karşımdaydı. Yatağının karşısındaki duvarda asılı duran sararmış fotoğrafı hüzünlü gözlerle seyrediyordu.

Onu dinlemeye çalıştım. Kayıt cihazında öksürükten başka bir şey yoktu. Not almak zorunda kaldım. “Senin öykünü  yazacağım, eklemek istediğin bir şey var mı?” diye sordum. “Yaz abi” dedi. Uzun bir süre sustu ve sayıklayarak bir şeyler anlattı. Söylediklerini yazmamı istedi. Ona cevap veremedim. Düğümlendim. “Sağ ol abi geldiğin için, hoş gelmişsin” diyerek uğurladı beni.

Haftalık çıkardığımız İşçi Gazetesinin son sayısı elimdeydi. Yaptığım haberi okumaya başladım: “Sıranın bana gelmesinden korkuyorum” diyen silikozis hastası işçi yaşamını yitirdi. Bingöl’ün Karlıova ilçesine bağlı Taşlıçay köyünde çok sayıda kişi bin dokuz yüz doksanlı yıllarda İstanbul’a giderek merdiven altı kot taşlama atölyelerinde çalıştı. İşçilerin büyük çoğunluğu çalışma koşulları nedeniyle silikozis hastalığına yakalandı. Karlıova’nın on yedinci işçi kaybı, dört yıldır solunum cihazına bağlı yaşayan Ramazan KAPLANOĞLU oldu. Ramazan KAPLANOĞLU  on yedi  ekim iki bin on yedideki bir söyleşisinde çalışma koşulları ve hastalığı için şu sözleri sarf etmişti: “Mendilim kanıyor. Siz kumlanmış kot giyiyorsunuz biz ölüyoruz.”

 

Loading

Sosyal Ağlarda Paylaş:
Önceki Yazı

KİLYAZ / YILMAZ BİNTEPE

Sonraki Yazı

ŞAİR DAİ WANGSHU, VİCTORİA CEZAEVİNDE BAUDELAİRE ÇEVİRMENİ / ÇEVİREN: NURAY CİHAN GÜNDÜZALP

post-bars

"BİR MENDİL NİYE KANAR? /BARAN ARSLAN" hakkında bir yorum

Aydın Tansays:

Anlatım tekniklerinin temayı belirlediği ve bir anlamı ortadan kaldırdığı bir edebiyat ortamı oluştu. Döne döne ne anlatıldığı değil nasıl anlatıldığı önemli deniyor. Bunu diyerek neyin anlatılmayacağını da belirliyorlar. Emekçilerin yaşamını bütün teknikleri içerecek şekilde anlattığınız için teşekkürler.

Yanıtla

Bir Yorum Yapın