HATIRLAMAYI SEVENLER DERNEĞİ “DUASIZ VE TÖRENSİZ” /SÖYLEŞİ: BEYDA YILDIZ
Bu sayımızda, Duasız ve Törensiz romanı ile ilgili söyleştik sevgili Beyda Yıldız ile. Yazarın dünyasını aralayarak başladığımız söyleşimizde, romanın da içine girmeye çalıştık. Bir yas romanı olduğu için biraz burkularak dinlediğimiz Yıldız ile yaptığımız keyifli söyleşiye sizleri de ortak etmek istedik. Kalplerinde mezarla yaşayanların öyküsünü dinlemek için buyurun…
DEMET EŞMEKAYA SELÇUK: Tersakansanat için kendinizi tanıtır mısınız, kimdir Beyda Yıldız?
BEYDA YILDIZ: Urfa, Siverek’te doğdum. Babam tarih öğretmeniydi. Bu sebeple ilk, orta ve liseyi kasabalarda okudum. Ben bir kasaba kızıyım derim, hep. Muhtemelen ikinci roman bir kasaba romanı olacak diye düşünüyorum. Öyle bir isteğim var. Sonra İstanbul’a gittim. Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi’nde Gazetecilik okudum. Orada başladım gazeteciliğe. Redaktörlük, editörlük hatta bir buçuk sene yayıncılık da yaptım. Kendi yayınevimi kurdum. Sonrasında Diyarbakır’a döndüm ve Büyükşehir Belediyesi Basın Bürosunda çalışmaya başladım.
Kendimi ruhen Siverekli hissediyorum, ailemin kültüründen dolayı. Ama artık Diyarbakırlıyım diyebilirim. 15 yıldır Diyarbakır’dayım. Zaten anne tarafı da Diyarbakırlı.
DEMET EŞMEKAYA SELÇUK : Bir muhabirlik döneminiz de var sanırım.
BEYDA YILDIZ: Evrensel’ de başladım gazeteciliğe. Sonra yayıncılık, bağımsız gazetecilik yaptım. Büyükşehir Belediyesinde çalışmaya başladıktan sonra yerleşik bir duruma geçtim artık.
ÖZLEM GECE: Duasız ve Törensiz ilk kitabınız. 80’li- 90’lı yılların politik durumu, göç, yas gibi kavramları doğunun kültürüne yaslanarak anlatıyor. Yazma sürecinizi anlatabilir misiniz?
BEYDA YILDIZ: Arka planında 80’li ve 90’lı yıllar var ama burada Neval’in yasını anlatmak istedim. O yasın etkisini, gücünü hakkınca vermek için o yılları fon olarak kullandım. Yas beni çok çarpan bir duyguydu. Gazetecilk yapmaya başladığımda yargı muhabiriydim ağır ceza mahkemelerinde. O zamanki adı DGM. 5 sene gece gündüz buralarda muhabirlik yaptım. Yastan geriye kalan insanlarla çok fazla karşılaştım. Diyarbakır’a geldiğimde BBC için bir iş hazırlıyordum. Pek çok aileyi ziyaret etme olanağım oldu. Orada da çok fazla yas tutan insanla tanıştım. Onların yası beni çok etkiledi ve içimde olgunlaştı. Bir gün tanıdığım bir kadın “Ben babamı kaybettim. Bir yıl boyunca mezarına gitmeye çalıştım. Ancak gidemedim her defasında eve döndüm. O bir yılın sonunda kadınlar beni kolumdan tutup o mezara götürdüler ve o topraktan yedirdiler. Ben ondan sonra babamın öldüğüne inanmaya başladım” dedi. Yıllar boyu karşılaştığım insanların hikâyesi böyle bir cümlede özetlendi ve aslında romanın ateşleyici fişeği oldu.
O gün, bu romanın sırtını yazmaya başladım. Romanın sırtı Dağdüşü köyünde geçen sahnelerdir aslında. O ilk satırlar, romanın tanıtımında da geçen “Yola baktım, yolda kaldım, ne gitmeye cesaretim ne dönmek için tesellim vardı.” cümlesi o kadınla konuşmamdan sonra ortaya çıktı. Zaman içerisinde bu olgunlaştı. Romanın sırtına bu yası kabullenememe olgusunu yerleştirmek istedim. Peki bunu nasıl kurabilirim diye düşündüm. Yatılı bölge okullarında okudum ben de. Ama bir memur çocuğu olarak okudum. Yatılı bölge okullarının ıssız, yalnız atmosferini biliyorum. İstanbul’daki ve Almanya’daki sahneleri de üstüne kurdum. Dağdüşü köyünde Neval’ in gitmek istediği ama gidemediği bir mezar var. Bir kabullenememe var. Almanya’da artık 54 yaşında olsa bile aşık olduğu adamın kaybını anlamaya çalışıyor, onun arkasında bıraktığı soruları cevaplamaya çalışıyor. Zaten Hasan arkasında bu kadar soru bıraktığı için Neval bir türlü bu yas psikolojisinden çıkamıyor. O yas, hatırlama ve unutma süreçlerini en iyi 80’li ve 90’lı yılların atmosferini arka plana alarak yazabilirim diye düşündüm. Böylece kendi çevresinde bir evren, bir çekim alanı yaratmaya başladı metin. Ve bitti.
ÖZLEM GECE: Özellikle metnin dilini çok şiirsel buldum. Teknik olarak da aslında dönemine göre farklı. Özellikle seçtiğiniz bir teknik miydi? Metnin ana gövdesiyle yan hikâyeler arasındaki geçişlerin birbirini takip etmemesi, metinde Neval’ in son gününün başta yer alması gibi…
BEYDA YILDIZ: Tabii hiç bir şey tesadüfi değil. Çok bilerek ve isteyerek yazdım. 37. günle Neval’ in öz, gerçek duygularını vererek başlamak istedim. Bir haber vermek, muştulamak istedim aslında. Burada bir kadın var, hatırlamayı ve unutmayı anlatmaya çalışan ve bunun üstünden bir merak silsilesi yaratmak istedim. O 37. gün metnin sonuna gelmemeliydi benim için. Bilinçli bir tercihti.
ÖZLEM GECE: Yas tutma sürecinin sonsuzluğu ile ilgilidir belki diye düşündüm açıkçası. Çok şiir okur musunuz?
BEYDA YILDIZ: Şiir severim. Metinlerimi yazmadan önce de şiir okurum, yazma sürecinde de. Çünkü bende başka bir halet-i ruhiye yaratıyor. Daha sıcak tutuyor, metinle aramdaki mesafeyi kısaltıyor. Masamda da şu anda T.S. Eliot var. Turgut Uyar eksilmez masamdan. Tekrar tekrar okuduğum metinlerdir.
ÖZLEM GECE: Furuğ’ un şiirlerinin metinlerini okuyor hissettim kitabı okurken. Furuğ’ un dizelerinde kayıyormuşum gibi…
DEMET EŞMEKAYA SELÇUK: Roman, gazetecilik yapan biri için oldukça şiirsel. Genellikle gazetecilerin metinleri didaktik oluyor. Duasız ve Törensiz’ de bunu hissetmedim. Meslek hastalığı romanda yer bulmamış. Kayıp romanı dediniz. Yas sürecini anlatıyor dediniz. Neval’ in bir kendini arama süreci de var gibi hissettim. Sonunda bir ters köşeyle anlıyoruz bunu. Bir anlamda Neval, Hasan’a rağmen kendini de var etmeye çalışmış. Böyle de okuyabilir miyiz bu romanı?
BEYDA YILDIZ: Zaten Ayna bölümünde, Neval aynaların karşısına geçip sık sık sorular soruyor. Ben mi sana dönüştüm? Ben sen olabildim mi diye. Neval Hasan’la o kadar tebelleş olmuş ki neredeyse Hasan’a dönüşecek. Bir mücadelesi olduğunu Şiraz’la evlenmesinden anlıyoruz zaten. Evleniyor, kızları oluyor ama Hasan’a dair duyguları nedense hiç değişmiyor. Dönüşüyor mu? Dönüştürmeye çalışmadım açıkçası. Tabii burada şunu da söylemem gerekiyor. Neval’i yazarken neredeyse Neval’e dönüşmek üzereydim. Belki metnin şiirsel akmasındaki sebeplerden biri de budur. Çünkü karşılaştığım o insanların acılarını çokça yüreğimde hissettim. Benim de hayatta kayıplarım oldu elbette. O kadar sancılı bir yazma süreciydi ki. Bir sırat köprüsüydü ve korumam gereken ince bir çizgi vardı. Yas tutan bir insanı tarif ederken kaybını unutamamış o kadar insanı hayretle izlerken onlar gibi düşünerek, hissederek Neval’ i anlatabileceğime inanmıştım. Yazdıkça Neval olmaya yaklaştım. Ama günün sonunda o bağı koparmak zorundaydım. Neredeyse rüyalarıma girecek, kayıplarım gözümün önünde resmi geçit yapacak kadar etkilenmiştim yazarken Neval’ den. Evet, Neval’ i ben yazdım ama Neval de beni çok etkiledi. Neval’ i dönüştüremedim ama o beni dönüştürdü açıkçası. Aslında değişime, dönüşüme direnen bir karakter. Yeni bir insan olabilmesinin yolu unutmaktan geçiyor. Bu psikolojinin, insanın kanunu. Ancak unutarak yaşama devam edebiliriz. Neval gibiler bütün bu insanların pürleşmiş hali. Ömürleri boyunca bu yası tutuyorlar. Aramızda o kadar çok Neval var ki, kalplerinde bir mezarla yaşayan, değişime ve dönüşüme kapalı … Benim de bizzat şahit olduğum ve tespit ettiğim şeyi bilinçli bir şekilde romanda işledim.
SELAHATTİN AVCI: İklim olarak soğukla başlıyor kitap. Devamında Hasan’ın, Neval’in ilkokul ve ortaokul yıllarındaki birlikteliği sonrasında lise ve üniversitede ayrılıp uzaktan bağlantı kurmalarıyla ilerlerken farklı bir soğukluk ortaya çıkıyor. Hayatla olan soğuklukları, kopuklukları. Bu soğukluğu olumlu anlamda, hayatla kurulan ilişkileri anlamında roman boyunca hissettim. Bir de şunu hissettim. Siz ne düşünürsünüz? Sürekli bir yaşantının doğrusal akışı içerisinde o çocukların üzerinden silindir gibi geçen 80’li yılların Siirt’teki Dağdüşü köyünde var olmaları engellenmiş, oradan bir neşet etmeleri engellenmiş. Bu çocukların başa dönme isteği hareket halindeyken bile tekrar oraya sığınmak istemeleri , tekrar yuvalarına dönme isteği ve yuvalarında daha doğru bir hayatı arzulama isteklerini hissettim.
BEYDA YILDIZ: Doğru. Yani aslında o öze, ana rahmine dönmek istiyorlar. Çünkü Zehir Sado gibi bir adamla, onun yönettiği bir okulda, soğuk bir ortamda yaşıyorlar uzun süre. Şunu da belirtmek isterim özellikle kış mevsiminin seçilmesi yası temsil etmesinden kaynaklıydı. Karlı ve soğuk bir mevsim. O okula götürülüp o insanların oradan çok normal olarak çıkmaları pek de mümkün değil. Yatılı bölge okulu kısmi tanıklıklarımın çok küçük bir kısmını içeriyor. Daha sonra yıllar içinde yatılı bölge okullarından mezun olmuş çok sayıda insanla konuşup hasbıhal etme şansım olmuştu. Ben memur çocuğuydum, o koridorlarda hiç dolaşmadım, o odalarda hiç yatıp kalkmadım. Kendi konforlu alanımdaydım. Çok kısmi şahit olduğum şeylerdi. Mesela saçlara kertik atılması aslında sadece yatılı bölge okullarının değil bizim dönemimizde fazlaca uygulanan bir yöntemdi. Onur kırıcı bir davranış. Bütün bunların içerisinde kim daha yaralı diye düşünüyor insan. Süfyan mı daha yaralıydı sanki Civan ve Zarife biraz daha yırtmış gibi görünüyordu ama bu okulun sonuçlarını en ağır koşullarıyla Süfyan ve Neval yaşıyor. Hasan zaten hayatıyla ödüyor. Onların köyde artık Kökler bölümünde buluştukları bir sahne var. Bir araya gelirler. Yatılı bölge okulundan kısmen söz ederler. Nedense pek söz etmek istemezler. O derede taş sektirirken hayallerinden bahsederler. O hayallere tanıklık ederken o karakterlerin okula gitme ya da hayata katılma yönünde bir istek ve arzu içinde olmadıklarını görürüz. Hasan’ın neredeyse yer yer yalpaladığına şahit oluruz. Neval burada daha kararlı duruyor. Neval onlardan farklı İstanbul’da bir Cumhuriyet kızı olarak okuyor. Daha idealist bir kız olarak okula başlıyor. Artık o farklı bir halet-i ruhiyeye bürünüyor. Ancak bu çocuklar o bölgede kalıyorlar. Artık o cendereden çıkmanın yolu olarak köylerinde kalma, yeni bir hayata atılmama yönünde eğilimleri olduğunu görebiliyoruz.
SELAHATTİN AVCI: Siirt- İstanbul – Almanya arası mekânları oluştururken Neval’ in İstanbul ve Almanya ayağında, köyün izlerini yaşanmışlıklar ve ilişkiler açısından oraya taşınmasından kaynaklı mekân değişiyor ama aslında köyde toplanıyor. Bir anlamda mekân değiştirip yeni ilişkiler yeni olaylar üzerinden gitseydi roman zayıflayabilirdi . Ama bu anlamda da mekân örgüsü oldukça başarılı.
BEYDA YILDIZ: Teşekkür ederim.
DEMET EŞMEKAYA SELÇUK: Atlamış olabilirim ama. Dün kitap kulübümüzde Hakkari’de Bir Mevsim’i okumuştuk. Kürt bir arkadaşımız şöyle bir eleştiri getirmişti. ”Yüreğimi bırakarak okudum ama bir tane Kürtçe sözcüğün olmamasına da üzüldüm.” Buradan yola çıkarak, sizin kitabınızda da Kürtçe hiç yok. Hani o bölgede geçiyor olması nedeniyle siz de Kürtçe kullanmamışsınız hiç. O bölgenin dili yok, kültürünü hissetsek de o bölgedeki dilin az da olsa romanda yer alması gerekmiyor muydu acaba?
BEYDA YILDIZ: İlk kez böyle bir soru geliyor açıkçası. Şimdi Türkçe edebiyat yapıyorsunuz. Kitap Türkçe okuyanlara hitap ediyor. Bunu düşünmedim değil elbette. Bu bayağı bir keşmekeş yaratacaktı. O cümleleri oraya koyup dipnotlar düşmek kitabın akış hızını kesintiye uğratmak anlamına gelecekti. Bu yüzden vazgeçtim. Bu konuda destek alabilirdim ama akıcılığı bozmak istemediğim için böyle bir yola başvurmadım. Bu kitabın Kürtçe okuyucusu kadar Türkçe okuyucusu olacaktı. Kürtler de zaten okuma ve yazma eylemini çoğunlukla Türkçe yapıyordu. Hem metni kesintiye uğratmamak hem de okuyucuyu yeni bir şeyle uğraştırmamak derdiyle böyle bir yola baş vurmadım.
SELAHATTİN AVCI: Romanda ana hikâyeyi besleyen bir masal var ara hikâye olarak. Yitik Zamanlar Dervişi, orada da zaman vurgusu var. Hasan’ın “Zaman geçmiyor, hiç geçmedi. Biz büyük yanıldık. Ben sanki tek bir zamanı yaşıyorum ya da bir zaman var. Ben o zamana varamıyorum.” gibi bir ifadesi var. Yine orada Sekine Hanım’ın bedenini çalıştıran telleri eritip zamanı akıtmakla bir nevi acıların da azalacağı, unutulacağı bir ifade var. Sanki fiziksel zaman geçerken ruhun zamanı çakılı gibi bir durum oluştu. Başlarından geçen felaketler roman karakterlerinin de zamanını orada çakılı hale getirdi diye düşünüyorum. O bölümle ilgili siz ne söylemek istersiniz?
BEYDA YILDIZ: Değerlendirmeleriniz çok güzel. Yazdığımız kitaplarda metinlerimiz okurlarla birlikte zenginleşip çoğalıyor. Tek bir metin olmaktan çıkıp çok boyutlu bir metne sahip oluyor. O bölümle ilgili şöyle söyleyebilirim. Unutmak ve hatırlamak üzerine kilitlenmiş, yoğunlaşmış bir metin . Hasan, Neval’e o metinler üstünden bir şey söylemeye çalışıyor aslında. Hasan’ın yakarışı, Neval’e ulaşma çabası. Hasan hayatı boyunca saklanmış bir adam çünkü bir yandan. Metin bana neyi yazdırırsa onu yazdım, Hasan’ın boşluklarını anlatma anlamında gerekliydi diye düşünüyorum.
DEMET EŞMEKAYA SELÇUK: Unutmak ve hatırlamak sözcükleri çok fazla geçti. Sizce unutmak mı hatırlamak mı?
BEYDA YILDIZ: O kadar zor bir soru ki. Unutmakta zorlananlardanım aslında. Hatırlamayı tercih edenlerdenim, ne kadar acı çeksem de. Hatırlamak belleği taze tutmak demek. Unutursam her şeyi gömecekmişim, üstüne toprak örtecekmişim gibi düşünüyorum. O yüzden hatırlamayı hem tercih eden hem sevenlerden biriyim. Böyle bir dernek bile kurabiliriz kendi aramızda.
DEMET EŞMEKAYA SELÇUK: Son zamanlarda hep söylenen moda cümleler var, UNUTUN, hiçbir şeyi canlı tutmayın, yas sürecinizi yaşayın ve rafa kaldırın gibi. Her bünyeye uygun gelen bir durum değil bence bu.
BEYDA YILDIZ: Belki de bana yazdıran şeylerden biri de bu. Unutmamak, hatırlamak. Unutamayan insan yazabilir. Unutan bir varlık nasıl yazabilir ya da okuyabilir. Biz neden kitaplara sığınıyoruz. Bütün derdimiz belleğimizi taze tutmak değil mi aslında. Geçmişimizi, hayatı, çevremizde dönen evreni anlayabilmek, onu tekrar hatırlayabilmek değil mi? Okuma çabasını yazma çabasından daha yetkin görürüm bu nedenle: bellek tazeleme şekli aslında.
YILMAZ BİNTEPE: Hem bir Diyarbakırlı hem de yatılı bölge okullarına kafa yoran biri olarak bir şey paylaşmak istiyorum. Ferit Karahan’ın “Okul Tıraşı” diye bir filmi vardı. Özellikle Güneydoğu’da çocukları farklı bir yapıya dönüştürebilme adına kullandıkları düzeltme makinesi gibi bir hali vardı. Siz o tür okullarda neyle karşılaştınız? Neval sanırım burada Güneydoğu’daki kadınların yas halini temsil ediyor, eşlerini, çocuklarını veya kardeşlerini yitirenlerin ağıtı yükselir oralarda. Yaşadığım coğrafya öyle bir yerdi. Bilinçdışında acaba bu konuda mı işliyor beraberinde? O kadınların ruh halinin Neval’ e sinmiş olduğunu hissettim.
BEYDA YILDIZ: Kesinlikle öyle. Bu kitap bir ağıt. Duasız ve Törensiz’in benim için önemli olma nedenlerinden biri bu kitabı kalbimle ve ruhumla yazmamdı. O kadınları hissederek, anlayarak günde 15 saat bir yasın içerisindeydim ben de. Neval tam da bu kadınların temsili. Onlardan sadece biri. Nevaller hala aramızda… Bugün bu kayıpları çok daha az yaşıyor olabiliriz ama bu kayıpların önemsiz olduğu anlamına gelmez. Gülistan Doku meselemiz var. Hâlâ bulunamadı. Neden bulunamıyor. Bu ülkede hâlâ neden insanlar kayboluyor. 90’larda bu daha sarsıcı, trajik bir şekilde yaşandı. 90’ların yas atmosferini Neval’ le vermeye çalıştım. Onda cisimleşti.
DEMET EŞMEKAYA SELÇUK: Hasan’ın kaybolması , Neval’ in arayışı, çabası, azmi, Hasan’ın öldüğüne inanmak istememesi bir anlamda okuru da bir meraka ve umuda yönlendiriyor. Hasan’ın başına ne geldiğini bilemiyoruz ama sadece tahmin edebiliyoruz o yılları bildiğimizden. Başta öldürdünüz ve yas tutma süreci başladı evet ama siz Hasan’ı kafanızda nasıl öldürdünüz okura bırakmış olsanız da?
BEYDA YILDIZ: Aslında bir cümleyle özetlenebilir. Herkes kendi yasının sahibidir. O yüzden okurların kendi kayıpları üstünden orayı doldurmasını istedim. Her okurun tasarrufu farklı işliyor. Hasan’ın nasıl öldüğünün, biçiminin metin içinde pek bir önemi yoktu. Bu yüzden de dili güçlü tutmaya çalıştım. Daha geçen yıl şubatta koca bir deprem yaşadık mesela. Burada inanılmaz kayıplar yaşadı insanlar. Bu ülkede insanlar herhangi bir sebepten ölebiliyorlar. Depremden hâlâ insanlar ölebiliyor. O boşluklar bilerek konuldu.
ÖZLEM GECE: Hasan’ın durumu aslında biraz da coğrafyamızdaki erkeklik haline bir soru muydu? Her şey çok belirsiz, her şey kafasındaki travmalar, o kadar anlatmıyor, yakınlaşmıyor, hissetmiyor ki o kadar uzak duruyor ki… bu bir erkeklik halidir değişmesi ya da dönüşmesi gerekir gibi…
BEYDA YILDIZ: Kesinlikle. Zamanımızın erkekleri en azından açılabilmeyi öğrenebildiler. Kısmi de olsa bu anlamda rahatladılar. Ama 80’li-90’lı yılların erkekleri maalesef çok ketumdu. Hasan da o erkeklerden biri. Temsili bir erkek modelidir aslında orada Hasan. Neval de bir yerde biz de seninle aynı şeyleri yaşadık senin gibi şımarıklık yapmadık diyor..
SELAHATTİN AVCI: Romanın sonuna doğru hız biraz daha artıyor. Romanın hacmiyle ilgili herhangi bir müdahale oldu mu?
BEYDA YILDIZ: Yayınevinden gelen bir müdahale olmadı. Sadece net olmadığım bir bölüm vardı, orayı çıkardım. Tabii ki editoryal bazı müdahaleler oldu. Uzun cümleler kurmayı seven biriyim. Uzun cümlelerimi kısaltmak konusunda gerekli editoryal müdahaleler oldu.
DEMET EŞMEKAYA SELÇUK: Ne kadar süre kasabalarda yaşadınız?
BEYDA YILDIZ: Uzun yıllar. Yani üniversiteye gidene kadar.
DEMET EŞMEKAYA SELÇUK: Kitapta küçük yer insanın yaşam şeklinin, geleneklerinin, kültürünün ayrıntılarını vermişsiniz. Dışarıdan birinin bilmeyeceği ayrıntılar. Altını çizdiğim yerler çok. Bir tanesi. “Sırtıma bir kırlent koyup duvarın soğuğunu kestiler,” diyorsunuz. Köy evlerinde olur böyle durumlar. Güçlü bir gözlem yeteneğiniz var ve bunu güzel bir şekilde romanda aktarmışsınız.
BEYDA YILDIZ: Köyle ilgili pek çok ayrıntı var, evet. Ben bir kasaba kızıyım. Bir kısmı gözlemlerim sonucu ortaya çıkmış cümleler. Köyle ilgi mekânı masa başında kurmuştum. Daha sonra köye gittim. Çok şanslıydım. Bir arkadaşımın köyüne gidip on gün orada onun evinde kaldım ve bu sürede arkadaşımı dinleyip notlarımı aldım. Aslı, bana bu konuda çok yardımcı oldu, sağ olsun. Orada hazırlanan merhemler, ilaçlar, odalardaki eşyalar gibi buna benzer şeyler orada aldığım notlarla şekillendi.
ÖZLEM GECE: Küs yastığı çok fazla geçiyor. Neval’ in her üzüldüğünde ya da travması canlandığında küs yastığına yaslanması ilgimi çekti. Metafor oldukça hoşuma gitmişti. Hayata karşı küskünlüğünü ifade ediyormuş gibi de gelmişti.
BEYDA YILDIZ: Çok güzel bir şeye işaret ettin. Yazmanın da böyle güzel sürprizleri var. Bilinçdışınız o kadar güzel işliyor ki bazı şeyleri .
YILMAZ BİNTEPE: Kitabın ismiyle ilgili Duasız ve Törensiz derken inançla ölüm durumunu atlatabilmeye bir atıf olarak mı kullandınız? Yoksa Hasan’ın ölümü üzerinden bir eleştiri olarak mı kullandınız?
BEYDA YILDIZ: Neval Hasan’ı duasız ve törensiz uğurluyor. Uğurlayamıyor aslında diyelim. Gömülmesinde yok, töreninde yok, onun hiçbir şeyinde yok. Aylar sonra sadece onun mezarında kollarda sancılar, acılar içerisinde götürüldüğü bir mezar Hasan, onun için. O yüzden Duasız ve Törensiz oldu kitabın adı.
YILMAZ BİNTEPE: Biz Diyarbakırlılar tam olarak şöyle bir şey yaşarız. Bilmiyorum katılır mısınız bu fikre. Gittiğimiz her yerde Güneydoğu’ nun herhangi bir şehrinden biriyle karşılaştığınızda sizden ona sanki ağabeylik, ablalık yapmanız gerekiyormuş gibi sıcak karşılanırsınız. Bu kapsamda Diyarbakır’ın sizin yazın aklanına katkısı ne oldu?
BEYDA YILDIZ: Yaşam biçimimde aslında öyle. Acıların üstesinden okuyarak gelmeye çalışıyorum. Çok zor bir ülkede yaşıyoruz. Kadın olmak çok zor . 15 yıldır Diyarbakır’da yaşıyorum. İstanbul belli bir oranda özgürlük alanı tanıyordu bana. Mesleğimi icra edebiliyordum. Ama Diyarbakır’a geldikten sonra 90’ ların dumanı hâlâ tütüyordu, Diyarbakır’ın üzerinde. Ve burada çok ağır bir atmosfer vardı. Hem kişisel hayatımın zorlukları, çocuklu yalnız bir anne olarak yaşadığım zorluklar hem de burada olan biten mevzuların ağırlığını üstümde hissediyordum. Başarabilmek için ya yazıya sığınıyordum ya da okumaya. Bu manada Diyarbakır’ın üstümde çok ciddi bir tesiri olduğunu söyleyebilirim. Çok fazla eve girip çıktım, 90’ları en ağır şekilde yaşamış bir bölge var burada bilirsiniz Bağlar bölgesi… O kadar eve gittim ki ve o yas beni öyle derinden etkiledi ki. Böyle bir romanın ortaya çıkmasına zemin oluşturdu.
DEMET EŞMEKAYA SELÇUK: Okumak deyince, genel anlamda sevdiğiniz yazarları merak ettim. Bize önerebileceğiniz yazarlar kimler olur?
BEYDA YILDIZ: Benim en başta da atıf yaptığım Margaret Yourcenar. Esaslı yazarlarımdandır. Aleksis ya da Beyhude Mücadelenin Kitabı var mesela elimden eksik etmediğim, Doğu Öyküleri benim için kutsal metinlerinden biridir. Olağanüstü metinleri vardır. Bunun yanında Mişima okumayı seviyorum. Platonov’u seviyorum. Hertha Müller beni çok etkileyen yazarlardan biridir. Hang Kang başta mesafeli durduğum bir yazardı. Man Booker ödülü almış yazarlar benim için çok değerliydi ve bu sayede keşfettim, oldukça seviyorum. Çok iyi kurgulanmış metinleri var. Svetlana Aleksiyeviç’in metinleri olağanüstü. Kadın Yok Savaşın Yüzünde çok etkilendiğim bir metindir. Bu yazarların hayatı duyumsayış şekillerini önemsiyorum. Edebiyatta bir ses bulmamda bana yardımcı olan yazarlardır. Duyumsayış şekilleri, edebiyatı yapış şekilleriyle beni çok etkileyen, sarsan yazarlar. Türkiye’den Oğuz Atay, Bilge Karasu, Turgut Uyar olmazsa olmazlardandır benim için. Elbette çok kıymetli yazarlarımız var. Klasikleri bunun içine koymuyorum, daima okunması gereken metinler olduğu için.
SELAHATTİN AVCI: Çağdaşlarınızdan takip ettikleriniz var mı?
BEYDA YILDIZ: Mustafa Orman, Melisa Kesmez, dikkatimi çekiyor. Ayhan Geçgin, Burhan Sönmez, Birhan Keskin, Birgül Oğuz takip ettiğim yazarlardan. Yeni nesil yazarları da takip etmeye çalışıyorum. Bir metni yazarken tek ihtiyacımız olan şey kitap değil, müzik de çok önemli diye düşünüyorum. Bu romanı yazarken çok sayıda şey dinledim. Klasik ve caz dinleyen biriyim. Ama aynı zamanda arabesk dinleyen de biriyim. Yazarken yazının ritmine uygun bir şarkı, bir beste dinlemeyi kendime yoldaş edinirim. Bu metni yazarken Chopin çok dinledim.
ÖZLEM GECE: Yeni kitapla ilgili de spoiler alalım.
BEYDA YILDIZ: Kafamda dönen iki konu var. Hangisi ağır basarsa onla devam edeceğim.
DEMET EŞMEKAYA SELÇUK: Yeni kitapla tekrar buluşmak dileğiyle çok teşekkür ediyoruz bize zaman ayırdığınız için.
"HATIRLAMAYI SEVENLER DERNEĞİ “DUASIZ VE TÖRENSİZ” /SÖYLEŞİ: BEYDA YILDIZ" hakkında bir yorum
Yazarı ve eserini ayrıntılı bir biçimde görmemize olanak sağlayan söyleşi olmuş. Emeğinize sağlık