PENSE / GÖKÇE ÇİÇEK GÖNÜLAÇAR
Kıllı ellerinde dönen çay kaşığı bardağa vurdukça beynim dönüyor beyim. Yapma!
Sana diklenemeyeceğimi sanıyorsun. Kara kuru çelimsizim öyle mi? Koğuş ağasıymış peh! Sen gibi adamları tanırım ben. Kocaman elinde koca taneli kehribarları çevirirsin de benim küçük sandığın pençelerim var. O şekerler eriyeli bin yıl oldu ağam! Karıştırma artık. Tavşankanı çayını zıkkımlan.Karıştırma yeter gari!
Zorlanmıyorum. Koğuşun nemli küf kokusu bile memleketin lavanta kokusu bana.Bakma gözlerini devire devire. Tamirhanede ilk işim buydu. Katran karası çay taneciklerini orada da ben atardım kaynayan suyun içine. Gönlüme bir damla su serpilmiş gibi gelirdi. Bir nebze rahatlardım. Ben sunardım Palabıyık’ın önüne de ince belli bardakta tavşankanı o çayı. Biz köy çocuğuyuz ağam. İş yarım bırakılmaz bizde. O demlik fokurdadı mı iyi hissederim. Ta ki o şerefsiz elleriniz o çay kaşığını tutana değin! Yapma, şıkırdatma artık!
Duyan kim? Ben mi fazla duyuyorum? Palabıyık ısırınca kulağımı sağır oldum sanmıştım. Kulağım değil, karalar kaplamış gönlüm duyuyor o sesleri. Ne çare? Gitmiyor beynimden. Döndürme o kaşığı beyim!
Batıyor ciğerime o ufacık çay kaşığı.Yapma! Sen de mi köşeye çekeceksin beni? Senin de ellerin kıllı. Senin de ellerin katran karası. Koğuşta araba mı tamir edersin ağam? Git yıka ellerini! Temiz, mis iç çayını. Beni rahat bırak!
Tek oda, tek sofa o ev. Geldiğimin ilk gecesi. Yere serilmiş bir yatak. Sıkışıp büzülmüşüm. Palabıyık ve üç çocuğu ile aynı yer yatağında. Dört duvar arasına kurulmuş bir gece yarısı sofrası. Teyzemin elleri nasır. Teyzemin gözü ölü balık. Palabıyık eniştenin elleri kara. Bıyıkları pis. Oruç tutacak o. Temizleyecek her bir şeyini imanıyla. O yüzden bir lokmanın ardına öbürünü sokuyor derin dehliz boğazına. Yarına tok çıksın Palabıyık. Oruç tutsun da nefsi rahata ersin.
İmam bağırdıkça bağırıyor. Çay kaşığı susuyor. Son yudumun olmasın ağam bak! Sonra, sonrası çok karanlık.
Uçkurunu bağla, uykuya yat ağam. Bak kaç kişiyiz bu koğuşta. Ne işin olur benimle!
Dokuz boğazdık biz. Nasıl yetişsin anamgil? Beni ve küçüğümü gönderiveriyor babam. Bir yudum çorba bir kaşık azalsın diye. Ben teyzemin acıyla dolu yok evine abimse bilmem ki nereye? Anam ağlıyor. ‘’N’yapar bu sabiler orda burada, nasıl kıyarsın kendi evlatlarına’’
Babamın kaşları hep çatık. Kocaman elleri hep temiz.
’’Yetemeyiz biz bunlara. Varsınlar böyük şehre. Yol bulsunlar kendilerine gari’’
Ben yol bulamadım. Palabıyık yol yaptı beni kendine.
‘’On bir anahtarı ver oradan, ışığı doğru dürüst tut. On beş anahtar nerde? Vidalar sıkışmamış. Senden çırak olmaz!’’
Gündüzleri yanık benzin kokan tamirhanede, geceleri teyzemin ağrıyan dizlerinin kendine yer bulamadığı o kulübede yarım uykulara yattım. Her yattığım uykuda o çay karıştırma sesi. İlk geldiğim bin aydan daha kıymetli o ayda rahat etmiştim. Ondan sonra yer yatağında Palabıyık’ın kocaman kıllı elleri bacaklarımdaki ağırlığı. Azıcık ses çıkarmaya kalksam kulağımda çürük dişlerinin izi, bazen kalabalık karanlıkta, bazen yarı ışıklı tamirhane kenefinde.
O kirli çay bardağını eline almasaydı, çay kaşığını şıngırdatmasaydı, o şıngırtı asırlar boyu sürmeseydi, olmayacaktı hiçbir şey.
Gri renkli bir sabahtı. Yağamıyordu gün, aynı ben gibi.
‘’Çek arabayı içeri, dedi diğer çırağa.’’ ‘’Sonra da git çarşıdan şu kâğıtta yazılanları al.’’
Arabayı kızağa çekti çocuk. Demir kapıyı olanca gücüyle çıktı. Ben yeni çay demlemiştim. Getirip koydum önüne. Kaputu açmadan yağlı bedenini yasladı arabaya. Yine karıştırmaya başladı şıngırtılar Ani bir hareketle öne doğru eğildi Palabıyık. Arkamdaki panoda on dört, on beş anahtar. Benim kolumun erişebildiği o işe yaramadığını sandığım küçük alet.
Küçük tamirhanede araba çukurunda yatan o büyük adam. Ensesinde bir öbek kan.
Elimde acının pençesindeki büyük işler beceren o küçük pense!