MİGREN / M. GÖKHAN ÜVEZ
Şeb-i yeldayı müneccim muvakkit ne bilir,
Müptela-ı gama sor kim geceler kaç saat
SABİT
Odanın tavanından sarkan yalnız ampulün tungsten telinden fırlayan öfkeli fotonların saldırısına uğramış, migren yüzünden daha da hassaslaşan retinamın, çürük bir yelken bezi gibi ikiye ayrılacağını düşünmeye başlamıştım. Işık, surları yıkmaya çalışan çelikten dökülmüş dev toplar gibi dövüyordu gözlerimi. Saldırıyı önlemek için göz kapaklarımı kapatsam da başaramıyordum, her bulduğu aralıktan geçiyordu foton bilyeler. Güçlükle gözlerimi açmaya çalışırken, kırk yıl karanlık bir hücrede tıkılı kalmış bir esirin güneşle ilk yüzleşme anına benzer bir durum gibi diye düşündüm.
“Sanki kırk yıl karanlık bir hücrede kalmışsın gibi konuşuyorsun” diye müstehzi bir ünlemeyle konuştu iç sesim.
“Betimlemelerime karışma!” diye karşı çıktım.
Son dönemde yazmama engel ne kadar durum varsa yarattı. İç sesim yani. Hani hep karikatürize edilen memnuniyetsiz kadınların dırdırı sanki… Kafa beyin bırakmıyor. Kulaklarımdaysa, beyhude yere odanın içinde çalışan çılgın vantilatörüm Leyla’nın sesi dolaşıyor. Ev sessizken farkına varamadığım bir uğultu. Ne zaman televizyonu ya da müzik setini açacak olsam duymama mani olan, filmlerde birbirinin seslerini duymayan insanların seslerini bastıran trafik gürültüsü gibi.
“Benim sesim değil o bir kere” diye isyan etti Leyla. Kızgın sesi çınladı evin içinde.
“Benim sesim o kadar güçlü değil. Kendi kafanın içindeki sesleri bana mal etmen sadece kendini kandırmaya yarar. Hem ben bir klima olsaydım gıkın çıkmazdı. Vantilatörüm diye hor görüyorsun beni. Oysa ilk aldığın zamanlar böyle miydik? Sonradan değiştin sen. Hem fark etmediğimi sanma sakın. Ara sıra ikinci el klimalara baktığını biliyorum internetten”
“Amma tatava yaptın be Leyla. Kırk klimanın yaktığı kadar elektrik yakıyorsun bir klimanın verdiği serinliği vermiyorsun. Hem ben klima almak istesem başında alırdım. Bak güzelim ben alışık değilim klimaya, boynum falan tutuluyor, alerjim artıyor onlarla. Hasta oluyorum. Evin içi sıcak olsun ama esinti eksik olmasın istiyorum ben. Yoksa senin üstüne gül koklar mıyım?”
“Onu bunu bilmem kırıyorsun beni. Ayrıca da senin duyduğun ses benim sesim değil, kendi sesin. Bir kere benen son Alman teknolojisiyle üretilmiş tasarımı sessiz çalışan bir soğutma kulesiyim. Bir vantilatör değilim. İşitme sorunun varsa söylenip duracağına bir doktora git”
“Kız haklı” diye lafa girdi boş koltuk Arif. Sürekli çekyatın üzerinde uyuyup kalmaktan başka bir halt ettiğin yok! Eskiden gelir üzerimde kitap okur çayını kahveni yudumlardın. Huzur bulurdum senin okumandan. Şimdi yanında götürüp dışarıda okuyorsun kitaplarını. Kim bilir hangi kafelerin çelimsiz sandalyeleriyle aldatıyorsun beni?”
“OOf! yeter ama be!” diye isyan ettim. “Sırada hanginiz var? Televizyon? Halı? Buzdolabı? Çekyat? İyice şımardınız ha! Bak ustanız yarattı demem hepinizi satarım eskiciye! Bu ne be gece gece? Benim derdim bana zamlı, bir de siz çıkmayın başıma!”
O sırada mutfaktan elektrikli çaydanlığım Gülsüm’ün fokurtu sesi ıslak ve kızgınca çağırdı beni: “Tatlııım, gel demledim çayını, su da kaynadı, ister neskafe yap ister çayını al. Acele et yalnız! Sonra yine elektrik faturası gelince bana kızma!”
Gülsüm son derece haklıydı. Bana çay kahve yetiştirmek için neredeyse yirmi dört saat köle gibi çalışıyordu. E tabiböyle olunca da hem kendini, hem de cüzdanımı yoruyordu. Üstelik elektriğe de zam gelmişti, bir sene de neredeyse yarı yarıya artmıştı. Emektar ütüm Kamile’yi süresiz izne ayırmam da sırf bu yüzdendi.
Gülsüm’ün yanına gidip kendime bir çay koydum. Açma kapama düğmesine basmadan iyi geceler dedik birbirimize. Biliyordum ki suyu yaklaşık yarım saat kırk dakika daha benim sevdiğim sıcaklıklarda tutacaktı. “Ne vefalı bir davranış” diye geçirdim içimden.
İçerdeki bağırıp çağırtı son ermeden bir ağrı kesici aldım. Sonra bir tane daha, garantiye almak için bir tane daha. Başım, dişim nerem ağrısa yapıyordum bunu. Aslında tek ağrı kesici yetiyordu geceyi çıkarmaya ama sorun ağrılarımı dindirmek değildi sadece. Geceleri rüya göremiyordum. Aslında bu yanlış bir tabir, rüya görmeyen insan diye bir şey yoktur. Yumurtasız mayonez gibi bir şey olurdu bu ya da domatessiz ketçap. Gördüklerimi hatırlayamıyordum desem daha yerinde bir şey söylemiş olurum sanıyorum. Bir gün evdeki eşyalar henüz konuşmaya başlamamışken gelmişti ilk atağım. Üst kattaki komşum orta yaşlı Sabri Cidar’ın Suriyeli genç göçmen karısı Fatma’yla kapışmasıydı sanırım asıl tetikleyici. Aslında ne Sabri Cidar Arapça biliyordu ne de karısı Fatma Türkçe öğrenmişti. Tek dertleri sevişmek, sevişmek ve sonunda bir türlü birbirlerini anlayamadıkları için dövüşmekti. Sabri kavga çıktığında kadına ana avrat düz gidiyordu onu anlıyorduk ama kadının söyledikleri tam bir muammaydı. Tüm gece sokakta yankılanan Fatma’nın Ah’ları ve Sabri’nin Oh’ları dışında kimse bunların ilişkisinden bir şey anlamıyordu zaten. Her neyse, o gece yarı Arapça yarı Türkçe kavgalarının ardından çifte kumruların evi yine sessizliğe bürünmüştü ama benim kafamın içi de memleket gibi tımarhaneye dönmüştü sonunda. Onların gürültüsünü bastırmak için müziğin sesini biraz fazla açmış olmalıyım ki bir an, kafamın içinde tiz bir ıslığı anımsatan oldukça yüksek bir ses peyda oldu. Ardından şiddetli bir ağrı saplandı başımın içine. Öyle güçlü bir ağrıydı ki bu, kafamın içinde bir balon şişmiş ve sonunda patlayıp başımı ortadan ayırmaya çalışıyordu adeta. Birileri beynimin içine bir arı kovanı yerleştirmiş olabilirdi de pekâlâ. Çılgın tiz bir ıslık sesi, bir arı kovanı uğultusu ve delicesine bir ağrı.
Üzerime bir şeyler giyinip iki sokak ötedeki devlet hastanesinin aciline gittim. Orada o gece birkaç romanlık konu çıkarabilirdim şayet isteseydim. Misal, kan davası yüzünden vurulan bir genç, sevdiğine kaçayım derken balkondan düşüp bacağı kırılmış on beş yaşında bir genç kız. Kızın babasından yediği dayak yüzünden yüzü gözü morarmış bir genç, yeni atanmış ve acil servisin hareketine ayak uyduramadığı için ağlama krizine giren bir hemşire, kocasının bıçakla yaraladığı ve komşularının da karısını bıçakladığı için kızıp kendisini bıçakladığı sarhoş bir koca ve daha bir sürü çılgın acil serviste toplanmıştı.
Nihayet sıram geldiğinde bir ağrı kesici iğne oldum. Emekliliği geçmiş doktor, bir de ağrı kesici yazdı giderayak. Ataklar başladığında kullanacaktım. Dikkat etmem gereken şey aynı anda birden fazla kullanmamamdı. Acil servisten dışarı çıkıp nöbetçi eczaneden ilacımı alırken ağrılarımın tamamen kesiliverdiğini fark ettim. Sükût denen mefhumun da insan psikolojisinde ne denli önemli bir yere sahip olduğunu ilk defa o gece eve dönerken anladım. Eve girdiğimde de mutlak bir sessizlik bekliyordu beni. Öyle derin öyle güzeldi ki, nefes alışverişimi kalbimin tıpırtısını dışarıdan duyabileceğimi sandım bir an için. Böylesi bir sessizliği yakalamışken, kütüphanemden bir kitap seçip okumasam olmazdı. Anais Nin’in günlüklerine gitti elim her nedense. Yaklaşık bir senedir orada öylece mazlum mazlum yatan bir kitaptı. Dönemin en cüretkâr kadın yazarı diyebilirdim Nin için. Pornografiye kaçmadan yazdığı erotik hikâyelerde anlattığı onlarca fantezi aslında kendi hayatından da öğeler barındırıyordu. Tipik “bir arkadaşın başından geçmiş” durumu anlayacağınız. Günlüklerinden küçük bir bölüm ve öyküleri vardı kitapta. Okurken, Zweig’in Amok Koşucusu gibi bir anda içine çekiverdi beni. Ancak on, on beş sayfalık heyecanın ardından uykumun gelmeye başladığını hissettim. Hissetmemle uyumam arasında sadece bir kere esneyebildiğimi hatırlıyorum.
Uyandığımda, kitap elimden düşmüş, boynum tutulmuştu. Sabahın dördüydü ve ağrı kesici etkisini yitirmeye başlamış gibiydi. Kalkıp eczaneden aldığım ilacı içtim, etkili olması için üç tane. Birkaç dakika sonra tüm bedenim, sanki hayatından ilk kez sigara içen bir insanın hissettiği karıncalanmayla titredi. Başım hızıyla dönerken kendimi yatağıma zor attım.
Güzel olan her şey çabuk biter; şiddetli bir boşalma gibi. On saniye sonra pof!! Her şey Hindenburg zeplini gibi bir alevle eriyip gider. Bu ilacın kafası da böylece bitiverdi. Bıçakla kesilmiş gibi… Aniden… Salona gitmek için yataktan doğrulduğumda bir an bir baş dönmesi yaşadım. “Yavaaaş” dedi bir ses. Kulaklarım evrimden arta kalan son kasların istemsiz hareketiyle doğruldu. N’oluyor demeye kalmadan devamı geldi: “Yavaş kalk, kanın aşağı doğru hareketlenecek, başın dönecek ve düşeceksin!” Bu defa dışarıdan geldiğini fark ettim sesin ama ne taraftan geldiğini kestiremediğim için olduğum yerden sağa sola bakındım sadece. İlaçtan diye düşündüm o anda. “üç hap, iğne ve üzerine üç hap birden… Zaten migren de var… Hadi bakalım sanrın hayırlı olsun kardeşim” dedim kendi kendi kendime. Ağzımın içi bir çöldeki tüm kumları yemişçesine kuruydu ve bir bağımlı olarak günlük kafeinimi almadığımı anımsadım. Mutfağa, buzdolabına doğru harekete geçtim. Salona açılan kapıyı açtığımda çekyatın üzerinde oturan onu gördüm. Korkuyla kendimi geriye doğru attığım an bedenimde ne kadar adrenalin varsa hepsi bir anda aşırı yüklemeyle kaslarıma doğru hareketlenmişti. Odamın kapısını kilitleyip arkasında kalmak güvenliydi. Hızla kapıyı kapayıp kilitledim ve arkasına yaslandım. O sırada “Korkma la korkma ben senin iç sesinim” diye çınladı kulaklarımın arasında sesi. “Ne işin var lan öyleyse çekyatın üstünde?” diye seslendim. “Ne bileyim ne işim var? Ben mi istedim burada olmayı? Beni kafanda asıl canlandırdıysan öyleyim işte!”
İnsanın kendisini dışarıdan görmesi kadar berbat ve korkutucu bir duygu yokmuş. Bunu o an idrak etmiştim. Yalnız idrak ettiğim bir duygu daha vardı ki -nasıl bir megalomansam artık- kendi iç sesimi bile kendim olarak hayal etmişim bunca zamandır. Hani bir dönem İş Bankası’nın Haluk Bilginer’li sağduyu reklamı vardı ya, en azından oradaki gibi bir tiyatro oyuncusu veya bir futbolcu (ki Metin Oktay falan olsa harika olurdu) olarak hayal etseydim keşke diye hayıflandım o an. Neden bilmem, belki de kendimi fazla tanıdığımdan kapıyı açıp içeri geçtim. Üzerinde sevgilimin aldığı Slash tişörtü ve yırtık kotumla oturuyor, bir yandan da eli ensesinde saçlarıyla oynuyordu. Tıpkı benim gibi. Gülümsediğinde göz kenarlarındaki çizgilere dikkat ettim. Vay anasını be! Ne kadar da yaşlı gösteriyormuş beni diye düşündüm çizgilere bakıp. Gülerek konuştu iç sesim. “Dert etme, hep ne düşünüyoruz o bu çizgilerle ilgili?” aynı anda konuştuk bu defa: “Onlar çizgi değil yaşanmışlıklarımız. İlk çizgi ilk aşkımdan, ikincisi kızımdan, üçüncüsü kaybettiğimiz dostlardan kalan mutlu hatıralardan…” tuhaf ve korkutucu bir şekilde başlasa da eğlenceli bir hale dönüşüyordu durum. Kendime bakıp konuşmak, aynada kendisiyle konuşmak gibi değildi. Daha çok tüm sırlarımı bilen bir dostla sohbet etmeye benziyordu. Sabah gün ışıyana kadar konuşup dertleştim kendimle. Hep gelecek miydi, yoksa sadece bu gecelik mi böyle olacaktı, yaşayıp görecektik.
Günün ilk ışıkları Pazar sabahını müjdelerken, kalkıp içmek için uğrunda öldüğüm kafeinim buzdolabında beni bekliyordu. Oysa ben o sırada her zamanki gibi onu unutup yatağımda uyuyup kalmıştım bile.
Sonraki günlerde değişen pek bir şey olmadı. Bu durumdan kimseye söz etmedim. Zaten kime ne diyebilirdim ki? Sevgilime anlatsam, geleceğimiz tehlikeye girerdi. Kim bir deliyle aynı yatağa girip uyumak isterdi ki? Zaten o gece üç kere mesaj atmış, iki kere de aramış ama ulaşamadığı için zaten yeterince delirmişti sinirinden. Yatıştırana kadar akla karayı seçmiştim her zamanki gibi. Yalnızdım. Yalnız yaşamayı seviyordum. İnsanlardan soğuyalı uzunca bir zaman geçmişti ve o da bunu biliyor ve beni fazla ziyaret etmiyordu. Ancak yine de haber alamadığı zamanlarda delirmesinin önüne asla geçemedim. Sadece durumu kanıksamayı öğrendi. Bazen herkes için en faydalı şey budur: Değiştiremiyorsan dönüş, dönüşemiyorsan kanıksa, kanıksamıyorsan git!” (neyse ki sıralamadaki son hareketi aklına hiç getirmedi, onun olmadığı bir yalnızlığı ancak mezarımda düşünebiliyorum çünkü)
Aslında yalnızlık, bir tercih meselesi değildir. Sonradan yalnız olunmaz, yalnız doğulur. Tercih dediğimiz şey olan seçenekler arasında yapılır. Oysa yalnızlara hiç seçenek sunulmamıştır. Sıradan insanların anlayamayacağı bir durumdur kısaca yalnızlık. Toplumun ötekileri gibidir durumları: Kürtler ve Araplar ve Ermeniler ve trans bireyler ve zenciler ve komünistler ve ateistler ve sosyalistler ve çevreciler ve çingeneler gibi. Sadece yalnızlıklarını dışarıda belli etmemeye yönelir çoğu. Sıradanlaşmağa çalışırlar. Anormaldir çünkü yalnız kalmak onca insanın arasında. Her derde koşan birilerinin ya da istediğinde gelip dertleşecek insan veri tabanının olması değildir oysa konu. Asıl konu, sessizliği sevmektir. Yalnızlığı yıkacak tek şey, yalnızın surlarını aşabilecek bir sevgilinin ya da bir evladın varlığıdır sadece. Avuntusudur onlar yalnızın. İçinde hep barınan o tek kişilik hücresi yalnıza sanki cennet bahçesi gibi gelir. Bu yüzden bir Havva bulsa kaybetmekten korkar ve ona tüm varlığı olan yalnızlığını sunar. Dünyada güzel olan her şeyin göz açıp kapayana dek biteceğini bildiği için, birilerine zarar vermekten de korkar bu yüzden.
Bir yalnızı anlamak, bazen tanrıyı anlamaktır. Yalnız insanın oyunları bile kendi kendinedir. Kendi içinde yeterince kalabalıktır çoğu zaman. Paylaşacağı tek şeyi olan ruhuysa onun kutsalıdır. O ruha değecek kadar şanslı iseniz bilin ki dünyanın en temiz, en namuslu ruhu ile karşı karşıyasınızdır. Hayır, bunu kendim için söylemiyorum. Her yalnız için durum hemen hemen böyledir. Aldatmaya ihtiyaç duymaz, yalana da. Zaten kendisi olmayı becerebilmenin bir zafer olduğunu bilir ve sahte zaferler peşinde koşmaz bu yüzden. Yalnızlık insanın, insanlıktan en arınmış halidir. Başından beri kimseye zarar vermemek üzerine kuruludur tüm hayalleri, bu yüzden hep hayalcidir ve biraz melankolik. Hayal demişken, Özdemir Asaf yalnızlık paylaşılmaz demiştir mesela ama eksik belirtmiştir. Yalnızlık paylaşılır, sadece aynı yalnızlığı paylaşamazsın.
Her neyse, belki ilaçların belki de yalnızlığın kafasıydı yaşadığım fakat bir şeylerin bir daha asla aynı olmayacağını biliyordum. Nitekim evdeki eşyalar da kendimle konuşmamın ertesi günü benimle konuşmağa başlamıştı. Önceleri sessiz kalıp cevap vermemeyi denedim ama olmadı. Susmuyorlardı. Elektrikli eşyaların fişini çeksem bu defa “Neden fişimi çektin, ne güzel takılıyorduk?” diye isyan ediyorlardı. Evim, güzel evim dediğim yer, giderek tımarhaneye dönüyordu ve bunun bir sonunun gelmeyeceği aşikârdı. Arada sırada ziyarete gelen iç sesim eşyalarla konuşup, onları biraz teskin ediyor ve onlarla aramda bir köprü görevi görüyordu. Başlarda eğlenceli gelse de giderek daha karmaşık bir hal almaya başladı bu durum. Sevgilimle sevişirken, birilerinin beni izlediğini düşünmek, birileriyle telefonla konuşurken içerinin gürültüsü yüzünden karşımdakini duyamamak bunların en önemlileriydi. Bereket versin ki tüm bunları sadece ben duyuyor ben biliyordum. Bir bakıma şanslıydım bu yüzden. Olur ya birileri Leyla, Gülsüm ya da diğerlerinden biriyle konuştuğumu duysa, evi üç harfliler basmış, bu herif de üç harflilere karışmış falan derlerdi kesinlikle.
Sonunda bir gün, akşam yemeğinin yanmasını engelleyen ocağım Coşkun’un bana seslenmesinden sonra evdeki tüm eşyalar ve iç sesimle oturup ciddi ciddi konuştum. Bir kere çok gürültü yapıyorlardı ve ben gürültüden nefret ediyordum. Söyledikleri her söz, sabahtan akşama çalışıp dinleneceğim yerde daha çok yorulmama neden oluyordu. Ben yokken ne halleri varsa göreceklerdi bundan sonra ve sevgilim geldiğinde özel hayatımın tek bir noktasına bile karışmayacaklardı.
Başlarda herkes sözünü tutsa da sonradan sonraya yavaş yavaş açıldılar. İlk olarak, sevgilim şüphelenmişti bu durumdan. Bir gün durumu ona nazikçe izah ettim. Delirdiğimi düşüneceğini sandığım hatunun hoşuna bile gitti üstelik bu durum ya da bana belli etmese de sevimli bir deli olmamdan keyif alıyordu. (gerçi bu olaydan sonra gittiğimiz Ankara’da bir gün Farâbî sokaktaki sokak tabelasıyla atışmamdan epey korkmuştu ama bu başka bir hikâyenin konusu)
Zamanla kendime olan güvenim yerime geldi tekrar. Sevgilimle işler her zamankinden daha güzel artık. Eşyalar da kendilerine bir çeki düzen verip duruma alıştılar yavaş yavaş. Bir tek iç sesim kaldı arada sırada kapıştığım. O da benden habersiz karşıma çıkmıyor uzun zamandır. Sanırım artık nihayet iç huzurumu sağladım gibi. Kendi kalabalığımın içinde bir yalnız olmaktansa, beni anlayan dostlarla bir arada olmak kadar keyifli bir şey yok. Olur ya bir gün bir yalnızla yolunuz kesiştiğinde, evine bir çay içmeye giderseniz, eşyalarına karşı hoyrat olmayın. Kim bilir o eşyalar kaç geceler dertlerine dert ortağı olmuştur bir düşünün. Ve bir yalnızın evinde kalırsanız evden gelen seslerden ürkmeyin. Belki de migreni yüzünden ağrı kesici almıştır. Ağrıyı kesmesini garantilemek için üç tane.
Gözü yaşluların hâlin ne bilsünmerdüm- gâfil,
Kevâkib seyrini şebtâ seher bîdâr olandan sor
FUZÛLÎ