ZAMANSIZ KAYIP / BARAN ARSLAN
Tenhaydı, tenhaydı vakitler
Kusursuz, çırılçıplak bir şafaktı
Otuz üç Kurşun,, Ahmed Arif
Beyaz Toros, kahvenin karşısındaki köşede, bir irin gibi saatlerdir bekliyordu. Siyah camın ardına gizlenmiş sakallı yüzler, kirli bakışlar, cızırtılar arasında bağıra bağıra, anamıza söve söve laflıyor, boğuk ve sonsuz bir uğultu yayıyorlardı.
Buğulanmış kahvenin içinde boyacı, badanacı, sıvacı, işportacı, hamal, işsiz birbirimize sokulmuş, kaçak çay, oralet, kivi, limon, salep kokuları arasında sohbetsiz bekliyorduk. Korkudan duyarlılığını yitirmiş bir bellek ne söyleyebilir? İşte bu suskunluğun bizi soyacağını biliyorduk sadece. Kir, pas içindeki yün kazaklarımızın üstünde sonsuz, çaresiz bir sıkıntı dolandı. Kavruk yüzlerin, cılız bedenlerin arasında öksürüklerimiz birbirine karıştı. Uyuklayan birkaç ihtiyar gözlerini açtı.
Kahvedekiler, uğultular arasında ikişer üçer masalardan kalktı, derin bir nefes çekerek dışarı çıktı. Karlı ve soğuk karanlığa kalmamalıydık. Güneşin yitip gitmesi cinayete evrilir. Geceleri bizleri neleri beklediğini çok iyi biliyorduk. İki yıl önce, kuytu bir yolda, kuytu bir zamanda, sonsuza kadar karanlık bir havada aldılar abimi. Denizlere akan nehirlerin kaybolması gibi yitti gitti cehennem kayıkçılarının elinde. O nehirler ki bataklığa dönüştü üstelik.
Ateşin ve suyun arasında yürüyen o güzel yüreğin nereye gittiğini hiçbir zaman bilemedik. Adsız, sansız, sonsuz uyuduğunu biliyorduk bir yerde. Abim de yaşamak için doğmuş, yaşayamadan yok olmuştu.
Birbirine sığınan üç arkadaş toz toprak içindeki sokağa çıktık. Paltomuz sonuna kadar açıktı. Ellerimiz dışarda, başımız öne eğik yürüdük. Bizde silah da yoktu bomba da. Hatta bir çakı da. Şüphe çekmemeliydik. Ellerimizi havaya kaldırarak yürümeli, çıplak gezmeliydik belki de. Her an teslime hazır olmalıydık. Ne yaparsak yapalım hep şüpheliydik. Şüphe insanı yaralardı ve şüpheye yazgımız hiçbir zaman değişmeyecekti.
Toros’un boğuk motoru çalıştı. Sinsi bir hırlama ardımıza takıldı. Cılız sokak lambalarının altında, kimsesiz yolda, hiç konuşmadan, arkamıza bakmadan ağır ağır yürüdük. Sıra sıra dizili evlere doğru, sabah birbirimizi bir daha göremeyecekmişiz gibi dağıldık. Yolun sonundaki bizim eve yalnız yürümek zordu. Dakikalar geçmek bilmedi. Hırrhırr Toros’un boğuk motoru ardımda. Hırrhırr terledim kış günü. Hırrhırr başımda bir sıcaklık. Hırrhırr Toros’un boğuk motoru yanımda. Hırrhırr motor patırdadı, yanımda durdu, titredim.
İçindeki bereli yüzlü sinsice camdan dışarı sarktı. Ürperdim.
“Nerede öğrenciydin lan sen?”
“Ankara’da. Dil Tarihteyim.”
“Dilini siktiğim. Adam mı oldun lan başımıza? Fakülteleri karıştıran şerefsizlerdensen, haberini alır, burada ananı sikerim senin.”
Bağırmak istedim, bağıramadım. Sövmek istedim, sövemedim. İçimdeki korkunç öfke kayıp zamanda, susmaya yazgılıydı.
“Ne lan o suratın amcık seni.”
Toros’tan kürek gibi bir el uzandı kafama. “Yat lan, yat yere. Orospu analı seni.”
“Ne küfür ediyorsunuz?”
Asfaltsız, delik deşik yoldaki çamurun içine yatırdılar. Başımı ayaklarının altına aldılar. Tekme tokat arasında havaya kaldırdılar. Acıdan yandım.
“Siktir git lan evine akşam akşam ortada dolaşma, teröristler gelip vuracak sonra da kim vurduya gidecen amına koyduğumun çocuğu.”
Yerde iki büklüm vaziyette “Adiler,” diye mırıldandım Toros’un ardından.
Adı unutulmuş kuytu sokaktaki evlerin perdeleri, soğuk sızmasın diye, panzerin projektörü içeri girmesin diye sımsıkı çekiliydi. Penceredeki sarı sızıntıdan küçük bir çocuk bana baktı, perdeyi geri çekti. Yanımdan uzaklaşan Toros’un boğuk homurtusu dışında hiçbir şey kalmadı geride.
Sessizlikle, kaybolmanın kesiştiği yalnızlık içinde, yerde suya yansıyan yıldız kırıntılarını sayarak, daha karanlık daha insansız sokaklardan eve gittim.
Bir utanç abidesi gibi girdim eve. Üstümdeki çamuru annem görmesin istedim. Abim de çamurlar içinde gelmişti eve o gece. Aynı benim gibi karanlıkta, kapının önünden bize bakmıştı. Annem, isli sobanın yanında namaza durmuştu. Yüzü kırış kırış sertleşmiş babam, doksan dokuzluk tespihiyle sabır çekiyordu. Kamburu çıkmış yeğenlerim, ellerinde bir doyumluk ekmek sokumuyla, yerde ders çalışıyordu. Bacım, yengem bir yandan Bizimkiler’i seyrediyor bir yandan tırşıkten arta kalan kap kacağı topluyordu.
Gizlice buz gibi soğuk odaya geçtim. Üst üste bırakılmış döşekler, minderler, yorganlar, battaniyeler arasında renk cümbüşü içinde, benliğimin derinliğinde, çocukluğuma saklandığım abim tüm heybetiyle oturmuş beni bekliyordu. Ölgün bir umut ışığı arasından, cesur ve öfkeli gözlerle, sisler arasından bana baktı. Beyaz elini uzattı. Yanına çağırdı beni.
Gözlerimi kırpmadan her akşam çocukluğuma yağan abime, ışığıma baktım. Yanına oturdum. Tütünü diliyle ıslarken çamura bulanmış kıyafetlerimi süzdü. Pos bıyıklarını burktu. Sigarasını yaktı, alevin içindeki kıvılcımlar etrafa dağıldı.
Anam “Çok güzel bir erkekti,” derdi.
Teybe Halepçe’yi taktı. “Loyloy” diye başlayan ağıt acılarımızı, çaresizliğimizi içli içli yüreğimize işlerken abime baktım. Kasabanın tek fotoğrafçısıydı, acıları da fotoğraflardı. Basın olmadığı için basın görevini de üstlenmişti. Abimden bir tane mutlu fotoğraf da kalmadı geride. Kimsenin mutlu fotoğrafı yoktu. Mutluluk yoktu.
Dumanlı bir titreyişle seslendi bana. “Adar, kardeşim kıyamam sana.”
“Sen üzülme be abi.”
“Her yer karanlıktı biliyor musun? Gök gürledi, şimşek çaktı, yıldırım düştü. Ana Tanrıça yandı.”
“Tufan mı kopacak abi?”
“Burada koptu. Sen Ankara’daydın duymadın.”
“Nasıl duymadım abi?”
“Seni de çok hırpaladılar benim yüzümden. Korkunç bir sessizliğin arasında yalnız bıraktım seni.”
Sözcüklerimizin yalnızlığı arttı. Zaman aynı yerde durdu. Gözlerimiz birleşti. Abimin baktığı gibi cesur, öfkeli baktım. Kara gözlerimiz daha da karardı.
“Adamlar benle uğraşıp duruyor abi. Sonum yok burada, başıma ne geleceği belli değil. Buralardan gitmeliyim. Bir yolculuk düşünüyorum.”
“Adar, benim canım. Yol, yürüyüp gidiyor işte. İnsanın insana acımadığı bir ortamda nereye gitsen bulur seni bu acılar.”
Ağlamaklı gözlerle abime baktım. Paramparça olmuş yüzüne, kanlı gömleğine, darmadağın saçlarına, sakallarına…
Annem içeri girdi. Acının tarihi diliyle “Ne yapıyorsun oğlum?” diye sordu.
“Oturuyorum anne.”
“Seni de mahvetmişler oğlum.”
O an dışarıdan boğuk bir motor sesi geldi. Annem perdeyi hafif araladı. Işıklarını söndürmüş Toros karşıdaydı.
Annem yanıma oturdu, bana sarıldı. Dünyaya ağıt yakmak için gelmiş yüreğiyle “Bir oğlumu aldılar seni de bırakmam oğlum,” diye söylendi.
Abim, uzaklardan sımsıcak gülümseyerek baktı bize. Mutlu bir an gördü ki çok sevdiği Zenitiyle sisler arasından, son kez fotoğrafımızı çekti. Buz gibi odada, içimde uğuldayan keder, annemin ağıdıyla gözlerimi kapattım.
2 thoughts on “ZAMANSIZ KAYIP / BARAN ARSLAN”
Zamansız Kayıp, Baran Aslan’ın öyküsü yürek yakıcı,derin bir yaraya dokunmuş, eline sağlık.
Zafer hocam sizden böyle bir övgü almak çok mutlu etti beni. Teşekkür ederim