YABAN / BEYZANUR KARAGÜZEL
Tehlikelerle dolu devasa bir ormandaydı.
Bu ormanın tam merkezindeki kocaman, sert bir taşın altına sadece gözleri dışarıda kalacak şekilde sırtüstü uzanmış ve titreyerek gökyüzünü seyre dalmıştı. Uyumuyordu, hiç uyumuyordu. Uykudan korkardı, gözlerini yumup uykuya daldığı vakitlerde belirenler yakasını asla bırakmazdı.
Altına uzanmış olduğu koca taşın konumuna bir çeşit güven duyuyordu. Hemen yanı başından geçen, içerisinde envai çeşit canlıya yuva olmuş, sağındaki solundaki taşlara izler bıraka bıraka akıp giden gürültülü dere yatağının sesi gözlerini açık tutmaya olan inancı besteliyordu. Tepesinde gördüğü yaşlı ağaçlar, toprağın altından kurdukları derin iletişime onun köklerini de dahil ediyordu. Gündüz gökyüzünde beliren güneş, üstündeki taşı ısıtan bir umut; gece gelen ay ise gizemli masallar anlatarak gözlerini açık tutan korunaklı bir zırh oluyordu.
Sonsuz ve devinimsiz gerçek bir hayalin içine hapsolmuş, bütün örtülerinden sıyrılmış karakterin göz kapaklarını kapatıp açma süresinde gerçekleşen tek ve kısa bir hikayeydi bu. Anlamayan anlayanlara bir güzel anlatıversin, göremeyenler görenlere tasvir etsin, e duyamayanlar da duyanlara bir çığlıktır koparıversin diye sızlanıp duran şımarık bir hikaye, ancak ve ancak öyle var olabilirim diyerek ağlayıp duran bir hikayeydi.
Kimliğinden sıyrılmış karakterin adı Yaban.
Altına sığındığı taşın bulunduğu devasa ormanda, baykuş seslerinin lanetine mahkum kalmıştı ve açık tuttuğu gözlerinden başka hiçbir duyusu işlemiyorken dahi onları duyabiliyordu. Sürekli onu görerek duyuyordu da, kokusunu dahi almakla kalmayarak bütün hücrelerinde, köklerinde onu hissedebiliyordu. Asil, görkemli ama bir o kadar da korkutucu ve acımasız bir baykuşun merhametine muhtaç kalmıştı.
“Korkak.” diyordu baykuş ona.
“Yazık.” diyordu.
“Taşını bile sana bırakmayacağım.” diyordu. “Sığındığını bile bırakmayacağım.”
Yola çıktığı ilk günleri, ormanı bulmasına sebep olan uzun ve hatta sonsuz yürüyüşü, bu taşı nereden bulduğunu ve nasıl olup da bu şekilde altına girebildiğini düşünmeden geçirdiği tek bir saniyesi bile yoktu. Yaban bunları merak ediyordu fakat hatırladığı an unutuyordu. Baykuş sürekli konuştukça yol zihninde başlıyor, ilerliyor, ilerliyor, vahayı gördüğü an baykuş susuyor, döngünün birikimi sıfırlanıyor ve baykuş yeniden canlanıyordu.
Gözlerini açık tutmaya başladığı o ilk anları unutmuştu, gözlerini açık tutmayı ise asla unutmazdı. Şeytanın gizli formülü bu denklemin içerisinde konaklıyordu.
O ilk gününden itibaren, yola çıkışından öncesine, yani kendine dair bildiği her şeyden de önce gelen bir sırt çantasını kambur gibi sırtında taşıyordu. Çok susadığı, çok acıktığı, çok ihtiyaç duyduğu anlardan birinde bu sırt çantasını neden taşıdığını sorgulamış ve içerisinde ne olduğuna dair karşı konulamaz bir merak duymuştu.
Bir his vardı, çantayı açmasına engel olmak için ruhuna özenle yerleştirilmiş gibiydi. Merakı üstün geldi ve bir gün çantayı o hisse rağmen açmayı başardı.
Hakkında hiçbir şey bilmese bile, devasa ve tehlikeli bir ormanın ortasında sanki sırtında öylece kendisiyle birlikte belirivermiş olan bu çantanın esas sırrının; içerisindekiler değil, yalnızca sırtındaki varlığıyla kendisini ormanda hayatta kalmaya bağlayan bir nesne olması olduğunu anlamak için çok geç kalmıştı. Çantanın içerisinde kendisine gülümseyen o yokluk, sonu oldu bazı umutların, bazı inançların ve bazı ihtiyaçların.
Baykuş da samimi gülümsedi ona o derin çantanın içinden. Sanki samimiyetiyle sahteliğini örtebilirmiş gibi göründüğü bile söylenebilirdi Yaban’a sorulursa. Böylece ilk olarak, yüzleştiği yokluğa karşı susmayı öğrendi, yok olanı dahi görmezden gelerek umutlarını kıran hayal kırıklığını görmezden gelmeyi öğrenebildi.
“Bıraksana.” demişti baykuş ona.
Baykuşun dediğini yaptı. Ormandaki evini bulacağına dair umudunu, bütün bu canlı türleriyle kuracağı samimi ilişkiye olan inancını içinden çıkarıp attı, bir kenara bıraktı. Sadece çantayı kapatarak sustu ve yavaşça tekrar sırtına geçirdi.
“Bütün bunları bırakabilirsin.”
Gerçekle hayalin birbirine karıştığı yerde saçma olana mahkum kalan, bu iki oluşumun ortak acılarını kabulleniş biçimi olarak ele alınan kimliksiz karakter, yalnızca bir demet absürtlükler yığınıdır.
E bu koskoca yığın denilen şey sağ adımdan sonra atılan sol adım kadar alışıldık, sığ ve bir o kadar inatçı, istikrarlı bir dışavurumudur yürürken yol almaya olan inancı yitirmiş olmanın. İleriyi gözleyerek adım atmak eğlencelidir, körlemesine geriye gitmekse adrenalin dolu. Şerit sevilmez yabanda, her şey şerit değiştirmekle ilgilidir. Rüzgarda savrulup da yok olanların geçiciliğine ağlarken, anları anılarla doldurabilmekteki gizemin kokusuna sığınıp bir parfüm şişesinin içine zamanı doldurmakla ilgilidir.
Bütün bunlar bir ferman gibi uzadıkça uzar yaban bir evrende, yaban meskenlerde ve yabanın ta kendisine dönüşmüş insanlarla birlikte.
Bu sebepten, kimliğini yitirmiş ve bu devasa ormanın içinde kaybolmuş karakterin adı Yaban’dı.
Kaybolmuş bir dünyaya duyduğu inançla kördüğüm olmuş zihni, çoktan yitip gitmiş hayatlara derinlikle dalan gözleri ile kendi yaban haliyle yabanlara yeni patikalar açardı.
İlerleyişi esnasında sırtındaki o çantanın varlığını unutmuştu. Bir gün yine çok susadığında, çok acıktığında, çok ihtiyaç duyduğunda bir ağacın dalındaki meyveyi görmesiyle alevlenen duygularını da sırt çantasının içindeki boşluğa asla yormadı, yoramadı.
Meyveye uzanmak istedi. Uzanıp onu kopardığını, tadına vara vara yediğini ve açlığını da susuzluğunu da o meyve sayesinde giderebildiğini defalarca kez, usanmadan hayal etti. Buna cüret etti. Tam uzanacakken meyvenin içerisinden dışarı başını uzatan bir kurt gördü, onu görmesiyle gökyüzünden hızlıca yaklaşan baykuşun kurdu kapması bir olmuştu.
Meyve de gitti baykuşla birlikte, kurt da.
“Elde etmesene.” dedi bu sefer baykuş.
Çantanın içerisinde bulunması gerekenlerin boşluğunu yol üstünde denk geldiği bir meyveyle gidermeye çalışmak ne büyük aptallık olmuştu Yaban için. Çok çok büyük bir aptallık.
“Elde etmeyebilirsin.”
Çünkü insan ormanda güvende hissetmeye dair duyduğu inancı hangi güzergahta kaybetmiş olursa olsun, geriye bir dönüş yolu bulmak mümkün olmazdı. Bu yabanlaşmanın da, yabana atılmanın da altın kuralıydı. Hislerin gökyüzüne uzanan parıltılı ateşinin sönmesiyle yitip giderdi arayışı dinç tutan umut ve geriye buruk bir yanık kokusu, örselenmiş bir inanç yadigar kalırdı.
Baykuş acımasızca, şuursuzca gerçekleri haykırdı: “Yol alırken avuç içinde sıkı sıkı tuttukların, kayıplarına hizmet eder ya, bak da gör!”
Gözlerini kapatmaktan dahi korku duyan bir Yaban’a dönüşür bütün yitirmişler.
Mağaralardan birine girmeyi başardığındaysa bunları da unuturdu. Yaban bazen içine girecek bir mağara bulurdu.
Gecenin orta yerine yaktığı ateşin ufacık ışığıyla çevresini seyretmeye çalışmaktan çok yorulurdu. Mağara duvarına vuran gölgeye sırtını çevirmekten başka çaresi kalmazdı öyle zamanlarda. O gölgenin korkutucu oyunlarının içine bıraktığı korku tohumları büyüdükçe büyür, Yaban’ın titremeleri krizlere dönüşür, korkudan kaçmaktan başka çaresi kalmazdı. Bu yüzden sırtını dönmeyi tercih ederdi. Korkularından gözlerini kaçırınca yüzleştiği boşluklarla dolu, dopdolu bir manzara vardı ve sırtına binen bütün gölge oyunlarıyla birlikte ayakta öylece durmaktan dolayı taşlaşmıştı.
İçine sığabildiği en son mağarada, baykuşla birebir sohbet ederek son bir yaşam devinimi gösterebilmişti ve bu son olmuştu. Baykuş ona bakıyorken sorduğu sorunun cevabını, baykuşun yüzünü bile göremeden almıştı. O mu sırtını dönmüştü aynı duvarlardaki gölgelere yaptığı gibi, yoksa baykuş mu kafasını yüz seksen derece döndürmüştü bilemiyordu. Çözemiyordu. Her şey karmakarışık hallere bürünüyordu.
Gözlerinin içine bakabilmekten aciz, cevabın sonsuz arayışında sıkışmış haldeyken bir tepki olarak sessizliği beklemiyordu. Ama ancak onu alabilmişti.
Çok sonraları, “Kabullensene.” demişti baykuş.
“Neyi?” diye sorabilmişti o son mağarada, son bir itiş gücüyle.
“Tehlikelerle dolu, devasa ormanlardaki sonsuz varoluşun insanlara göre olamadığını.”
“Kabul edebilirsin.”
Düşündü tabii. İnsanın varlığını sürdürmesi gereken tek mekanın insanın varlığını nasıl da yok ettiğini çok düşündü. Dizayn etmek gerekir sanmış, yollar boyu ter döküp de bir arpa boyu ilerlemediğini fark edince hatayı kabullenebilmişti. Hatanın ta kendisi, ormanın ta kendisinde gizliydi.
“Güven nasıl yitirilir?” diye sordu baykuş.
Düşündü. Kaybolmuş olanın güven olup olmadığını düşündü. Kaybolmuş olanın hisler olup olmadığını düşündü. Kaybolmuş olanın sırt çantasındaki masum ihtiyaçları olup olmadığını, meyvenin tadındaki kurtuluşun kaybı bulmaya götürüp götüremeyeceğini çok düşündü.
Yolun, ormanın kendisinde de bir hata daha olmalıydı. Belki bütün açıklamaları sağlayan, belki de yeni sorulara gebe bir hata ya da hatalar boy gösteriyor olmalıydı. Çünkü ormanın içindeki yolculuğun nihai hedefinin bir taşın altına sığınmak, sonra taşlaşmak olmasını kabullenemiyordu.
“Güvenin kaybolmasının sonuçları nedir?” diye sordu baykuş.
Gözlerini kapatamıyor oluşunun, anlama ve eve ulaşmasındaki bir engel olmadığını, anlamın ve evin kendisi oluşunu kabullenemiyordu. Açıklayamıyordu.
“Güven nasıl yitirilir?” diye durmadan tekrarlıyordu baykuş.
Sıcak bir güven duygusunun kaybında, birbirine bile ilişemeyen titrek harfler vardı önce Yaban’ın ormanında, bir anlama ulaşma arayışı hükmediyordu soğukla olan ezeli kavgalarına ve sıcağı yaratmayı da bilmiyorlardı, bilemiyorlardı. Kaybedileni arayış, arayışta kaybetmeye evriliyordu insafsızca. Sanki bir anlamlı cümle bütün sessizliğin içindeki ezgiyi suyun yüzeyinde yaşayan naif bir nilüfer gibi var edebilirmiş, bütün bir hayata sirayet etmiş donuk göle bir çatlak açabilirmiş gibi hissettiriyordu.
Oysaki cümleler bir araya gelip de bir hikaye oluşturduğunda, kıssadan hisse her zaman yitirmişliğe ağıtlar yaktırıyordu.
Bütün algıların yollara karıştığı, tüm hislerin ormanın tekinsizliğine gömüldüğü karmakarışık bir düzende var olabilmenin yolunu aramak nedendi, nasıldı, ne zamandı. Yaban kaybolanların peşinde koşarken örtülerinden sıyrılırdı sıyrılmasına da, taşlaşmış durumuna güven duyuşu ne tarz bir tezattı, nedendi. Baykuşun bu sahtekarlığı, nefreti, koyduğu engellerin ucu bucağı olmayışı nereden besleniyordu, sebebi neydi. Bilemezdi, bilemeyecekti.
Tehlikeli, devasa bir ormanın içerisinde yitirmiş ve yitirilmiş, kayıplara karışmış milyonlarca Yaban’ın zihninde mütemadiyen, yalnızca bir baykuş uğulduyordu.
“Taşını bile sana bırakmayacağım.” diyordu. “Sığındığını bile bırakmayacağım.”