SÖYLEŞİ /KOLEKTİF
Fatih DEĞİRMENCİ: “HER FİLM BİR ÇEŞİT UYARLAMADIR”
Lisans eğitimini matematik üzerine yapıp, sonrasında sinema ile yaşamını devam ettiren sevgili Fatih Değirmen ile sinemaya dair pek çok şeyi konuştuk. Kışın kendini fazlasıyla duyumsattığı şu günlerde, sevgili Değirmenci’nin önerileri doğrultusunda battaniye altına girip, sinemanın büyülü dünyasına açılmak en iyi tercihlerden birisi olacaktır.
DEMET EŞMEKAYA SELÇUK:Tersakan Sanat okurları için kendinizi tanıtır mısınız?
FATİH DEĞİRMEN: Lisans eğitimimi matematik öğretmenliği üzerine, yüksek lisans eğitimimi de Marmara Üniversitesi Sinema Bölümü’nde yaptım. Yine doktora eğitimimi de Marmara Üniversite Sinema bölümünde popüler sinema ve kültür endüstrisi üzerine verdim. Ayrıca Rabarba Şenlik diye bir sinema dergisinin 2 yıl editörlüğünü yaptım. Şu anda Cineritüel.com sinema sitesinde sinema yazıları yazıyorum. Bir taraftan senaryolar yazıyorum. Kuramsal ve pratik anlamda sinemayla ilgilenmeye çalışıyorum.
ÖZLEM GECE ERASLAN: Sinema üstüne yazılar yazıyorsunuz. Peki bir çok sinema tanımı var ve sanıyorum bir çok kişiye göre de değişiyor tanımlar. Sizin sinema tanımınız nedir?
FATİH DEĞİRMEN: Sinemaya dair açıkçası tanımlamalarla ilgili geniş bir tanım var aslında. Kısaca genel tanım hatlarına değinmeye çalışayım. Sonra kendi konumumu söylemeye çalışayım.
Sinema öncelikle, Anlatı biçimi olarak gelişmiş bir sanat. Nasıl ki 19. yy’ın anlatı biçimi edebiyatsa 20. yy.’dan itibaren de önce fotoğrafın bulunuşu sonra hareketli görüntülerle Lumiere kardeşlerin sinematografı kullanmaları, icat etmeleriyle hareketli görüntü üzerinden bir anlatı kurma biçimi aslında. Haliyle başlangıcı itibariyle bir anlatı biçimi diyebiliriz. Tabii bu anlatı biçimlerinin kullanılma şekilleri, tarzları tamamen farklı. Örneğin daha sinemanın ilk yıllarında iki ekol doğuyor bununla ilgili. Amerika’da Griffith ekolü, Rusya’da Bolşeviklerin Eisenstein üstünden yürüyen kurgu, montaj sineması diyebiliriz. Yani 1900’lerin başında Amerika sinemayı salt bir duygulanım aracı, duygular üretmek ve bunun üzerinden bir katarsis sağlamak amacıyla kullanırken Sovyet ekolü daha 1900’lerin başında kullandıkları atraksiyonlu montajla anlamı yeniden yaratma, yeniden anlam üretme üzerine kuruyor ve bu katarsis kurma biçimlerine de müdahale etmeye çalışıyorlardı.Başlangıcı itibariyle bir anlatı biçimi olduğunu söylersek eğer iki farklı konumu Amerika’da duygulanım üretme aracı olarak sinemayı doğurdu. Bolşevik ekolü de sinemayı anlamı yeniden üretme aracına çevirdi. Bununla birlikte, aynı zamanda Sovyet ekolüyle birlikte sinemanın politik olarak kullanılma biçimi de başladı Örneğin; Bolşevik devriminden sonra Rus köylerine ilk giden araçlardan biri acıtasyon trenleriydi. Orda devrimin gücünü anlatan küçük filmler çekiyordu Eisenstein. Onun üzerinden politik olarak kitleleri komünizme angaje etmeye çalışıyordu veya bunun farklı versiyonu Hollywood sinemasında zaten duyguyu kullanma ve katarsis doğurma açısından yine politik olarak kullanılmaya başlanmıştı. Başlangıcı itibariyle bir anlatı biçimi olarak sinemayı ele aldık. Sonra Avrupa ekolü devreye giriyor. Sinema tanımına bundan sonra ulaşabiliriz belki. Avrupa ekolünde durum farklılaşıyor. 2. Dünya Savaşı ve sonrasında İtalya’da sinemanın gerçekliği olduğu gibi yansıtan bir araç olması gerektiği üstüne bir tartışma çıkıyor. Yeni gerçekçilik akımı doğuyor. Visconti, Antonioni gibi yönetmenlerin daha çok kullandığı bir anlatı biçimi haline geliyor. Akabinde Fransa’da Fransız yeni dalga sineması doğuyor. Burada artık sinemanın başlı başına bir anlatı biçimi olarak bir hikayeyi anlatma, bir hikayeyi ele alma biçiminden ziyade sinemanın teknik açıdan da bir sanatsal özü keşfedilmeye çalışılıyor. İşin içine imgeler giriyor artık, sinematografik imgenin anlatıdan bağımsız olarak kendi başına ne anlam ifade ettiği üzerine tartışmalar yürüyor. Örneğin Fellini’nin 8, 5 filmi veya Godard’ınSerseri Aşıklar’da karakterlerle seyirciler arasında tam büyülü bir dünya değil de seyircinin izlenenin bir film olduğunu anlayabileceği dördüncü duvar dediğimiz kameranın, kameraya bakarak konuşmalar gibi sinema üzerine de tartışan filmlerle birlikte bir anlatı biçimi, senaryosu olan, senaryodaki hikayeyi insanlardaki duyguyu sağlayacak şekilde anlatarak çerçevelediği imgeler aracılığıyla da sanatsal biçim arayışında olan bir yapıya kavuşmaya başlıyor.
Haliyle sanat sinemasının doğuşu da buraya denk geliyor. Sinemanın eğlence ve hoşça vakit geçirme boyutundan ziyade sinemanın bir düşünme aracı olma boyutunu da gündeme getiren bir hal elde ediliyor.
ÖZLEM GECE ERASLAN: Sözünüzü kesiyorum ama. Sinema başlangıçta bir eğlence aracı olarak mı ortaya çıkıyor?
FATİH DEĞİRMEN: Öyle diyebiliriz. Bir eğlence aracı olarak başlıyor, sonra bu anlatı gücü fark ediliyor özellikle politik aktörler tarafından. Örneğin Hollywood’da kapitalizmin payandasına çevriliyor. Kitleleri kapalı mekanlarda uzun süre tutmak. Başlangıçta sinema zaten işçilerin gittiği bir yer. Yorulan, çalışan işçileri sağaltmak için. Daha küçümsenen bir sanat Amerikan versiyonunda. Sovyet versiyonunda ise daha çok politik olarak kitleleri mevcut politik ortama angaje etme amacıyla kuruluyor. Eğlendiren haliyle zaten o zamana kadar tiyatro ve edebiyat gelenekleri güçlü olduğu için, edebiyatın anlatısını bir şekilde senaryo aracılığıyla filme çekmeye başlıyorlar. Ama sinemanın sanat olarak kendi imge üretme gücü olarak yaklaşıma kavuşması İtalyan ve Fransız yeni gerçekçilik dalgasıyla başlıyor. Sinemanın bir düşünce üretme aracı haline gelmesi gündeme geliyor diyebiliriz. Temel ayrımlar günümüzde de devam ediyor hala. Festival sineması dediğimizde daha çok düşünme üstüne bir anlatı kuran yapılar, popüler filmler dediğimizde de daha çok insanları sinikleştirme üstüne kurulan anlatı yapıları veya eğlence sineması dediğimizde komedinin sağaltım aracına dönüşerek insanlara boca edildiği bir sinema anlatımı günümüzde de devam ediyor. Fakat özellikle Fransız yeni dalga sonrası yeni bir ekol de şöyle doğruyor. Deleuze’ün sinema üzerine Sinema1 ve 2 olarak kitabı vardır. Bu bahsettiğim ayrımı tartışır. Hareket- imge- zaman diye. Deleuze sinemanın hareket- imge üzerinden kamera aracılığıylahareketi gösteren yapısının bir eğlence biçimi olduğunu ve bunun bir anlatı geleneğinin devamı olduğunu söyler. Zaman- imge üreten yapısınınsa bir düşünme biçimi ürettiğini bunun da Fransız ve İtalyan yeni dalgasıyla başladığını söyler. Bu ayrımlarla birlikte felsefecilerin sinema üzerine eserler üretmesiyle beraber bu genel tartışma hatları diyebileceğimiz hatlar sinemayı tanımlama açısından bu şekilde özetlenebilir. Bir anlatı geleneği olarak sinemanın doğuşundan 1940’lı yıllara kadar gelen süreç…
Benim bu ayrımlardaki konumum da daha çok 2. Dünya Savaşı sonrası gelişen sinema yaklaşımlarıyla birlikte üzerine politik olarak da düşünebileceğimiz anlatı biçimleri üretmek diyebilirim.
SADIK ÇİL:Genel bir çerçeve çizdiniz. Amerikan sinemasının çok masum olduğunu düşünmüyorum. Eğlenceden çok kültür emperyalizmi dediğimiz bütün dünyanın beslenme şeklinden müziğine, yaşam şekline kadar müdahale aracı olarak da en güçlü araçlardan birisidir Hollywood. Sizin sinemayla bilinçli olarak tanışıklığınız, sinema üzerine düşünmeye, senaryo yazmaya başlama sürecinizle beraber Türkiye’den ya da dünyadan etkilendiğiniz bir örnek var mıdır?
FATİH DEĞİRMEN: Sayısız örnek var. Açıkçası örneğin ilk başta daha çabuk ulaşılabildiği için Hollywood üzerinden film üreten ama biraz da farklı tarzda film yapmaya çalışan yönetmen StanleyKubrick’in Otomatik Portakal, 2001: A Space Odyssey’ı beni etkilemiştir. Robert Bresson’un bir Dostoyevski uyarlaması olan Rastgele Balthazar’ı çok etkilemiştir. Akira Kurosawa’nınRashemon filminin senaryo dinamiği etkilemiştir, anlatı biçimi olarak da Kurosawa filmleri etkilemiştir. İtalyanlarda Antonioni sineması Passenger filminin anlatı yapısı, senaryo dinamiği çok etkileyicidir. Bunuel komedisi oldukça devrimci bir komedidir ve tamamen burjuva yaşantısından tutalım da insanların kapitalizmle birlikte yaşadığı yabancılaşmayı en iyi anlatan yönetmenlerden biridir Louis Bunuel. Türkiye’den de özellikle yeni Türkiye sineması kuşağı yönetmenleri herkes kadar Nuri Bilge Ceylan’ın Bir Zamanlar Anadoluda’sı, iklimleri’i, Zeki Demirkubuz’un Masumiyeti, Kaderi. Reha Erdem’in Kosmos filmi gibi filmler Türkiye’de takip ettiğim etkilendiğim yönetmenler.
SADIK ÇİL: İki uzun metraj senaryo yazdım demiştiniz.
FATİH DEĞİRMEN: Bir uzun metraj. Evet. O bitti. Ankara Film Festivalinde senaryo geliştirmede finalist oldu. Kısa film senaryoları var bu yaz çekmeyi planladığımız. Doktorayı bu yaz bitirdim. Haliyle tezle birlikte bir şeyler yapmak zor olduğu için şimdi başlamaya çalışacağız.
SADIK ÇİL: Sinema ister istemez yaşadığı toplumdan etkileniyor. Türkiye’de son altmış yılda çok hızlı bir toplumsal değişmeye maruz kaldı. Aslında Cumhuriyet’le birlikte başlayan bir süreç… Toplumsal hareketlerin çok olduğu zamanlardan köyden kente göçler değişik insan tiplemeleri ki Nuri Bilge Ceylan’ın Uzak filminde köken ayrımı bariz bir şekilde karşımıza çıkıyor. Ama bununla beraber kent insanı da kentin evinde sıkışan, işinden evine gidip gelen birey çıktı karşımıza. Yani toplumsal sorunlardan çok bireysel sorunlar baş göstermeye başladı ve hem sinema hem edebiyat o birey üzerine eğilmeye başladı. Bununla ilgili örnekler çoğalmaya başladı. Sizin metinlerinizde en çok vurgu yaptığınız birey mi, toplumsal değişim mi, kentten mi besleniyorsunuz, bireyden mi, kırsaldan mı besleniyorsunuz?
FATİH DEĞİRMEN: Öncelikle bir taşra anlatı geleneğinin hakim olduğunu düşünüyorum Türkiye’de. Haliyle, ilk uzun metraj filmimin senaryo hikayesi de taşrada geçiyor. Ama yapmak istediğim şey tam da taşra anlatıları hicvediyor, komedi türünde. Taşrada geçen filmlerin hicvetme üzerine kurulu bir yapısı var. Taşra anlatıları verimli ve evet Türkiye’nin gerçekliğine de temas ediyor. Ama ben taşralı ve kentli ayrımının keskin olduğunu düşünmüyorum. Yani kentin taşrası ve taşranın kenti birbiri içine çok geçmiş, diyalektik mevzular. Ayrımlar olabilir ama Türkiye toplumu açısından kentli diyebileceğimiz bir sınıfın olduğunu da çok düşünmüyorum zaten. Kentli kimdir? Taşradan göçmüş işçidir mesela. Yani haliyle bu ayrımlardan ziyade daha çok evet bir taraftan birey hikayesi olması gerekiyor. Birey aslında toplumdur.
SADIK ÇİL: Şöyle araya gireyim. Taşra kent ayrımında çözülen aile bağları, ilişkiler Türkiye özelinde sanki sık değinilmeye başlandı.
FATİH DEĞİRMEN:Tabi birçok dönüşümle birlikte aile dönüşümü de bundan nasibini almıştır diyebiliriz. Temelde taşralı kentli ayrımından ziyade köye vurgu yapmak önemli benim için…Rimbaud’un“ben bir başkasıdır” önermesi üzerinden gidersek tüm bu ayrımları da içeren diyalektik bir önerme. Bir kere birey olarak iletişimim tamamıyla toplum tarafından oluşturulmuş bir bilinçdışı mesela. Kaderci bir yerden yaklaşmak istemiyorum. Temeli itibariyle maddeci bir algım var, toplumsal dönüşümlere dair. Daha çok beni oluşturan o başkalarının söylem kiplerini açığa çıkarma üzerine bir anlatı oluşturmak gerektiğini düşünüyorum. Edebiyatta nasıl 100- 300 yıl boyunca etkin bir şekilde yapıldıysa özellikle 20.yy’dan itibaren daha çok sinemanın da yapmaya çalıştığı şey buymuş gibime geliyor. Çok emin olmamakla birlikte başkalarının söylemlerinden sızan ideolojik yapılar neler, bunlar üzerine düşünmek sanki bireyi düşünmek aynı zamanda toplumu düşünmeyle eşanlı gidiyor gibi geliyor bana açıkçası.
Birey, toplum, toplum da bireymiş gibi geliyor bana. Çünkü başlangıçta aileyle ilgili zaten o söylem kiplerini anne-baba, kadın- erkek, dini rolleri edinmeye başlıyoruz. Bir temsilin içine doğuyoruz. Bunu ha kamerayla gösterdiğimiz bir temsil aracı, bir anlatıyla yapalım ha sabah uyandığımızda ailemizle kahvaltı masasına oturalım. Aynı temsil kiplerinin devrede olduğu bir söylemsel yapı içerisindeyiz diye düşünüyorum. Bu açıdan baktığımızda birey üzerinden bir anlatı ama birey dediğimiz de zaten bir başkası olan birey. İdeolojilerin, dinlerin, anne-babaların söylemleri üzerine kurulan bir kimliğimiz olduğu için bu fiziksel aidiyet yapılarının görünür kılınması diyelim. Daha etkiliymiş gibi geliyor bana. Bu da haliyle sıradan olanı görünür kılma anlamına geliyor.Bu açıdan Proust’un sanat yaklaşımını özetlediği bir yaklaşım vardır Swanların tarafında, Swan’ın bir aşkı bölümünde. “Sanatçıyla sıradan insan arasında çokta fark yoktur. İkisi de aynı sıradanlığı yaşar. Birisi sadece bu sıradanlığı kesintiye uğratıp o sırada onu temsil edilebilir bir forma sokmaya çalışır. Sanat dediğimiz şey de temsil edilebilir sıradanlığın açığa çıktığı yerdir.” der. Biraz böyle bir yaklaşım sanki daha etkileyici bulduğum bir yaklaşım benim açıdan.
ÖZLEM GECE ERASLAN: Günümüz sinemasının geldiği noktayı nasıl değerlendirirsiniz? Tüm bunlardan yola çıkarak Deleuzyen sinema daha çok üretiliyormuş gibi. Sinemanın politize edilmesi, ideolojik söylemlerin fazlalaştığı bir dönemden de geçiyoruz aslında. Lav Diaz örneği var, Bela Tarr gibi yönetmenler var. Türkiye’den birçok yönetmen var.
FATİH DEĞİRMEN: Açıkçası günümüz dünyası ve özellikle Türkiye açısından verimli bir dönemde olduğumuzu düşünüyorum. Hem popüler gerçi pandemiden sonra sinema salonları seyirci kaybı yaşadı. Pandemi öncesi yılda sinemaya giden sayısı şu anda 3 yılda giden seyirci sayısından daha fazla. Salon anlamında sıkıntı yaşanıyor ama dijital platformlar vs. başka gösterim olanakları Türkiye açısından da verimli bir durumda hala. Yılda 100 film üretiliyor. Çoğu popüler anlatı üzerinden gelişiyor ama bunu da önemli bulanlardanım. Bu eğlence, popüler, sanat sineması ayrımının kültürel olarak yozlaştırıcı, kültür emperyalizminin bir çeşit insanların ideolojik anlamda ideoloji aparatına çeviren bir yanının olduğunu düşünürsek popüler sinema bir taraftan böyle… Ama bir taraftan da popüler olanın doğurduğu kanonlaşma etkisi bir çeşit onun eleştirel kodunu daiçinde barındırarak gelişir yani bu kadar çok kötü komedi filmi yapıldığı için belki işte Tolga Karaçelik’in Kelebekler gibi filmi politik anlatısı da güçlü olan güzel bir komedi yaptı. Sanki orada birbirini doğuran bir süreç varmış gibi gelir bana. O yüzden popüler boyutu Türkiye’de çok güçlü. Diğer taraftan kaliteli, sanatsal film yapım, üretim biçimi de verimli diye düşünüyorum. Özellikle yeni kuşak yönetmenlerin, üzerine uzun süre düşünebileceğimiz güçlü imgelerin üretilmeye başlandığı bir dönemden geçtiğimizi de düşünüyorum Türkiye açısından.
Deleuzyen sinema mıdır değil midir bu konu konuşulabilir. Örnek verdiğiniz için BelaTarr üzerinden konuşabiliriz belki. Bela Tarr benim için sinema gurusudur. Çünkü senaryosuz film çeker. Mesela bu en güçlü etkenlerden biridir. Deleuze de zaten sinemada senaryonun zayıf bir değişken olduğunu söyler.Çünkü imge üreten bir aygıt var zaten, kamera ve bununla sanat yapamıyorsan zayıflık göstergesidir Deleuze’e göre. O yüzden kitaplarında anlatı yapısı gibi ifadeleri çok kullanmaz. İmge üretme üzerine vurgu yapar. Dergide sinemanın filozofları sayısı yapmıştık. Bir sayıyı Bela Tarr’a ayırmıştık. Uzun uzadıya üstüne çok konuşulması gereken bir yönetmen. Etkileyici bir yönetmen. Kamerayla imge üreten bir yönetmen. Görsel imge üreterek sanat yapan bir yönetmen.
ÖZLEM GECE ERASLAN: Festivaller hakkında ne düşünüyorsunuz?
FATİH DEĞİRMEN: Kutsiyet atfeden bir yere koymuyorum. Popüler filmlerin dışında film üretme dinamiği sağladığı için, güçlü mecralar olduğunu düşünüyorum. Bu varoluş biçimleriyle sadece fonlar alarak kendi farkını ortaya koyan bir senaryo üzerinden üretme gücü sağlıyor. Popüler işlerde bunu yapamazsın. Bir yapımcı para kazanmayacağı bir işe para vermez ama festival sanatsal anlamda güçlü bir işe fon verir. Bu açıdan olumlu buluyorum. Festivallerinde kendi iç dinamikleri, işleyişleri biraz politik bakış açısı oluyor. Örneğin Avrupa’da bir festivalse Türkiye’den gelecek bir filmin, İran’dan gelecek bir filmin belli bir yapıda olması daha etkili oluyor. Uzak Doğu’da bir film festivaliyse daha doğanın, ekolojik sorunların olduğu filmler tercih sebebi olabiliyor. Festivallerin kendi iç, politik dinamiği var. Politikadan uzak platformlar olmadığı için yeni ses ve soluk duymamıza da etki sağlıyor.
ÖZLEM GECE ERASLAN: Dijital mecralar sinema salonlarını bitirir mi?
FATİH DEĞİRMEN: Robert Mckee’nin bir kehaneti var. Hollywood’da çekilmiş filmler ve tutmuş dizilerin senaryo yazarlarının da hocasıdır Mckee. O, salonda sinema izlemenin biteceğini söylüyor. Film de bitecek diyor. Çünkü bir karakteri derinlemesine dizilerde on bölümde oluşturmak çok daha güçlü, insanlar bunu izlerken daha keyif alıyorlar.Dizi ve dijital formatların senaryoyu bitireceğini söylüyor. Neden onun demesi önemli. Çünkü bu işlerin doğumunda bir şekilde etkisi var. Bence de toplumca yapılan bir şey ve kamusal ihtiyaçlarımıza hala cevap veriyor. 100 kişiyle bir filmi izlemek, giderken kıyafet belirlemek, sonrasında ekonomik olarak sıkıntılı olsak da bitecek gibi durmuyor. İnsanların kamusal alanda birlikte olma ihtiyacı sürdükçe devam eder diye düşünüyorum.
DEMET EŞMEKAYA SELÇUK: Edebiyattan bahsettiniz ara ara. Edebiyatla ilişkinizi de merak ettik. Edebiyat – sinema ilişkisinden de bağlantı kurarak?
FATİH DEĞİRMEN: Edebiyatla geç tanışmışlardanım. Okuma geleneğim kuramsal başladı. Sosyoloji, felsefe üzerine okuma pratiğim oldu. Sonra, eşimin de edebiyat sanat olarak hepsinden öndedir yaklaşımından etkilenerek, tavsiyeleriyle 7-8 yılımın tamamını roman okumaya ayırdığım bir dönem geçti. Edebiyatın hem bilimin hem politika hem de sosyolojinin önünde giden bir sanat geleneği olduğunda hemfikiriz sanırım. Haliyle yoğun bir ilişkim var. Oyun gelenekleri olağanüstü mesela. Antik Yunan tragedyalarından başlayalım da Shakespare, Moliere, İbsen oyunlarına kadar. Ayrıca öykü geleneğinden çok etkilenmişimdir. Çehov, Maupassant çok etkilemiştir bakışımı. Proust tamamen ayarlarımla oynamıştır, değiştirmiştir. Poe çok etkileyenlerdendir. Mizansen kurarken, düşünme biçimini direkt etkileyen yazarlar. O yüzden temel etkilenme hatlarım Çehov, Flaubert, Proust ve Poe. Günümüz edebiyatında Nordik edebiyatın çok güçlü olduğunu düşünüyorum. Erlend Loe’nin üçlemesi harikaydı mesela. Sinema açısından düşündüğümüzde daha çok uyarlama biçiminde ele alınır. Hatta serbest uyarlama açısından edebiyattan etkilenmemiş kimse yoktur. Uyarlama biçimleri de değişiyor hani örneğin bir romanı telifi ile alıp birebir uyarladığında direkt aynen uyarlama oluyor. Serbest çağrışımsal anlamda etkilenme dendiğinde serbest uyarlama oluyor. Serbest uyarlama açısından düşünme biçiminin bizim databaseimiz edebiyatla oluşmuştur diyebilirim. Sinemada çok etkili olduğunu düşünüyorum. Türkiye’de de güzel uyarlamalar yapılıyor. Kıskanmak filmi örneğin… Zeki Demirkubuz’un Nahit Sırrı Örik’in romanını uyarlamıştı. Yazgı’yı Camus’nun Yabancı’sından uyarlamıştı. Nuri Bilge Ceylan Çehov öykülerinin izdüşümüdür diyebiliriz. Hakikaten büyük bir derya. Edebiyat iyi ki var. Sinemada önsel bir anlatı geleneği benim için edebiyat.
“Kendi anadilinde yabancı dilde yazmak gibidir” der ya Proust edebiyat için. Anadilinin kelimelerini kullanırsın ama doğurduğun anlatı başka bir dil olana kadar sanatsal, biçimsel olarak bir form verebilirsin. Bu gücü sağlayan bir yapısı var.
DEMET EŞMEKAYA SELÇUK: Uyarlama dediniz. Sinemanın içinde yazan, üreten birisi olarak hangisinin daha güçlü olduğunu düşünüyorsunuz. Bir romanı okumak mı, filmini izlemek mi? Genelde tartışılır ya hani; kitabını okudunsa filmi kötü olmuş, aman filmini izleme güçlü olmuyor gibi.
FATİH DEĞİRMEN:Bence öncelikle ayrı dallar olduğunu kavramak gerek. Bir yönetmen roman uyarlayacağı zaman romandan hareket etmez, senaryo eder. Hatta senaryo da yetmez bir çekim senaryosu yazar. Yapı olarak çok farklı dinamikleri olan sanatlar. Psikolojik tahlili olan bir diyalog yazsa romancı örneğin yönetmen o tahlili tek cümlelik bir diyalogla geçiştirebilir. Farklı yapıları olduğundan kıyaslama yapmamak gerekir. David Schneider’ın bir lafı vardır.”Nerden aldığın değil, nereye götürdüğündür önemli olan” diye. Bir romandan alırsın ama onu öyle bir yere götürürsün, öyle bir sanatsal öz vehmedersin ki kendi başına güçlü bir hale gelir. Sinema tarihi bunun hem iyi hem kötü örnekleriyle doludur. Mesela; Dostoyevski’nin Öteki romanının bir uyarlamasını izlemiştim Richard Ayoade adında genç bir yönetmenden. Olağanüstü bir uyarlamaydı. Şok etmişti. Hem atmosfer hem yapı olarak böyle bir şeyi yapması büyüleyiciydi. Örneğin ZekiDemirkubuz’un Kıskanmak uyarlamasına bakalım. Romana göre biçimsel anlamda vasat bir filmdir. Nahit Sırrı Örik Kıskanmak romanında biçimsel bir deha kurmuştur. Birbiri üzerine paralel anlatı kurduğu ve geri dönüşü, ileri gidişi olan biçimsel anlamda harika bir romandır mesela. Filme baktığımızda klasik anlatıyla izlediğimiz, hiçbiri sinematografik oyunun yapılmadığı zayıf bir örnektir. Farklı örnekler dediğim bu. Yabancı uyarlaması ise müthiştir. Haliyle nereye götürdüğünle alakalı… Belki götürülen yer romandan bağımsız bir yapıya kavuşabilir.
Birbiri üzerine kıyaslamadan iyi bir yere götürmüşse başarılıdır diyebiliriz.
ÖZLEM GECE ERASLAN: Anlamı yeniden üretebilmişse başarılır diyebiliriz yani.
FATİH DEĞİRMEN: Evet, aslında bunu söylemeye çalışıyorum. Yeni bir formda vermek gerekiyor, yeni bir şey sunması gerekiyor.Böyle yapılmışsa daha başarılı oluyor diyebiliriz. Bana göre hayat bir esinlenmeler, dipnot biçimi olduğu için her film aslında bir çeşit uyarlama diyebiliriz buradan hareketle. Bilinçdışımız da okuduklarımızla oluşuyor.
ÖZLEM GECE ERASLAN: Sinemanın içinde yapılma biçimlerinden bahsediyoruz şimdi. Sizce hangi bilimle daha çok örtüşüyor sinema, edebiyat dışında?
FATİH DEĞİRMEN: Bilim sinema ilişkisi konusunda açıkçası çok düşünmedim. Ama mimariyle sinema tasarımı, video tasarımı arasında güçlü alışverişler var diyebilirim. Endüstriyel tasarım, mimari yapılar bunun senaryo mimarisinden tutalım da mizansen, kameranın kadrajlayacağı, dışarda bırakacağı kararı genelde onlarla ilgili diye düşünürüm. Mimarinin etkili olduğunu düşünürüm. Çok da üstüne düşünmedim açıkçası.
SADIK ÇİL: Eğer bir insan özellikle yazı kültürüyle içli dışlıysa ve yazı kültürünün mutlaka bunun öncesinde edebiyat aklanının da öncesinde filozofik bir altyapısı olması lazım diye düşünürüm. Oradan etkilenmenin başladığını düşünürüm. Sizi en çok etkileyen filozof kimdi?
FATİH DEĞİRMEN: Teşekkür ederim. Konuşmalarımdan da belki fark edilmiştir bir sürü şeyin arasında çok okuduğumda konforlu kollarda hissettiğim filozof Deleuze’dür. Hatta düşünme biçimim, bakış açımı değiştirmiştir. Bir çeşit usta gibi de kabul etmişliğim vardır. Çoğu yerde Deleuze ne düşünürdü, bu konuda ne yapardı diye düşünürüm. Yazdığım bu şeyi okusa ne derdi diye. İçsel birşeye dönüştü aslında. Master tezim Deleuze’ün sinema felsefesi üstüne Reha Erdem’in filmleriydi. 2010’ da tanıştım, yoğun bir okuma yapmaya başladım Deleuze üzerine. Çok etkileyici bir düşünür.
DEMET EŞMEKAYA SELÇUK: Matematik okuyup sinemaya yönelmenize de takıldım aslında.
FATİH DEĞİRMEN:Hayatı etkileyen şeylerin kararlar değil de alışkanlıklar olduğunu düşünüyorum. Yurtta daha çok okudum. Matematik benim için işlevsel bir şeydi daha çok. Kendi ayaklarım üzerine durup, para kazanıp, zevklerim üzerine devam edebileceğim bir şey için matematik iyi bir referanstı. Matematik zevk de aldığım bir alan ayrıca. Geç ergen toplumdur ya hani bizim toplumumuz. İnsanlar kendi zevklerinin çok geç farkına varırlar. Hayat kavgası bir taraftan devam ettiği için ayaklarının üzerinde durup bir şeyler yapmak başlı başına bir sıkıntı zaten. Yaşamsal şartları sağlamak diyelim buna. Baudriallard’ın tam ekran kitabında Matrix sunumu üzerine bir eleştiri okumuştum. Takip ettiğim bir filozoftu, bir film hakkında okuduğum o analizden etkilenmiştim. Dönüşümüm de orda başladı. Ama önce kitap ve okumak vardı tabi.
DEMET EŞMEKAYA SELÇUK: Son söz olarak ne söylemek istersiniz yeni bir yıla da giriyoruz.
FATİH DEĞİRMEN: Açıkçası diyalektik süreç devam edecek diyorum. İnsan praksisi olduğu sürece her zaman bir mücadele devam edecek. Mücadelenin kendisidir aslolan. Sinema açısından olumlu ve üretken bir dönem olacağını düşünüyorum. Yeni Türkiye sinemasının politik açıdan güçlü anlatılar kurduğunu düşünüyorum. Ama genel olarak toplumsal konumlanışı tabii ki mücadele belirler.
Çok keyifliydi. Teşekkür ediyorum.