KIRK ZİFİRİ GECE KADAR / BURÇİN LAÇİN
Tam kırk gün. Tam kırk gün boyunca her günün özüne akan gözyaşları ilk kez o gün akmadı Züleyha Hanım’ın. Gözyaşları tükenmiş, yüreği biraz olsun soğumuş olacak ki kara kaplı defteri eline almayı başardı. Akşamüstünün tenhalığında güneş ışıkları yavaş yavaş kaybolurken pencerenin önündeki koyu yeşil kadife koltuğuna oturdu. Yakın gözlüğünü takıp yaşlanmış elleriyle defterin ilk sayfasını açtı. Bütün yanlışlara direnircesine düzenli bir el yazısıyla yazılan ve kapağında “En uzun gün.” yazan defteri, yalnızlığını unutturacak kadar yüksek sesle okumaya başladı.
“Birinci Gün: Şafak vakti… Gün, henüz yaşamaya hevesli bir bebek gibi doğmamışken demir parmaklıklı ufak pencereye yüzümü döndüm. Hücremin duvarları aydınlığa açlığının dehşetiyle rutubetini kusuyordu ve o an dayanmaya mecali son zerresine kadar tükenmiş kalbimin derinlerinden aniden bir volkan patladı. Etrafı yaz güneşi misali aydınlattı. Püsküren lavlar ayaklarımın altından ömrümü yakarak akıp gidiyorken en çok kendime eziyet, en çok kendime yüküm şimdi. Haksızlığın damarlarında dolaştığı bir ülkede nasıl nefes alabilir ki insan, nasıl doyurabilir karnını huzursuz olmadan? Belki sesi çıkmayanın haberi olmayacak yankılanan sesimden, belki de duyulacak yedi cihanda canımın ince derdinin kısık sesi… Direnişimin ilk gününde; haksız yere müebbete mahkûm olmanın haklı öfkesini bir meşale gibi tutuyorum ellerimde. Umuyorum ki yenilmeyeceğim, aydınlatacağım karanlık kalpleri ve zihinleri. Şimdi susuzluğum sadece adaletedir. Hayatların yok yere yitip gitmesi haksızlığı son bulduğunda, duru bir pınardan kana kana su içmiş kadar ferahlamış olacağım. Bugün hayatımın en uzun günü belki de gecesi başladı. Güneşi bir daha görebilirsem eğer gözlerimi kaçırmadan bakacağım. Şayet göremezsem ‘Geceleri severdi.’ diye hatırlayın.”
Züleyha Hanım defteri kapattı, gözlüğünü çıkarttı, eski ahşap penceresinden görebildiği en uzak noktaya ateş edercesine baktı ve önce kendini ardından bütün kâinatı inandırmak istercesine tok bir sesle “Geceleri severdi.” dedi. Başını öne eğdi, kara kaplı defteri bir kez daha inatla açtı. Gözleri defterdeki her biri ruhuna iğne gibi batan harflere daldı ve doldu yeniden. Gözyaşları bitmemiş meğer… Bulanıklaşan yazılar gözpınarından yaşlar dökülünce yeniden belirginleşti, akan birkaç damla yaşı kenarı kırmızı gül oyalı beyaz mendiliyle silerek tekrar gözlüğünü taktı. Nihayet titreyen sesiyle okumaya devam etti.
“Üçüncü Gün: Gün doğumu vakti… Alacakaranlıktan sıyrılıyor gün, aydınlık ince bir ışık huzmesiyle hücreme sızıyor usulca. Artık sesimi duyuyor dünya, biliyor beni. Gazeteler, dergiler beni yazıyor, dernekler, vakıflar, örgütler beni konuşuyor. Beni, suçsuzluğumu… Söylüyor cansız bir gardiyan, sanki kurusun diye yaşama sevincinin zavallı deresi, büyük bir kütük koymuş da akmıyor can suyu kalbine. Ben ki bugün genç yaşımda ve esaret altında iken bile içimden taşan çağlayanlarla suluyorum umudumu. Oysa ben hep yanlış kararlar verdim hayatta. Yanlış yollardan saptım, yolumu şaşırdım. Yanlış arkadaşlar edindim, yalnız kaldım. Yanlış insanı sevdim, acı çektim. Hepsinin sonucunda yazdım, gerçekleri yazdım. Yazarak var oldum, yazarak yaşıyorum. Fikirlerim yüzünden suçlu bulunsam da yazdıklarımın da bu direniş kararımın da sonuna kadar arkasındayım. Hayat, verdiğim bütün kararlardan beni mesul tuttuysa ben de hayatı mesul tutuyorum çatlamaya başlayan dudaklarımdan. Kurak bir tarlanın derin çatlakları şimdi damarlarım, bekliyorum, özgürlük nehriyle yıkanacak, yeşerecek, çiçeklenecek toprağım. İnanıyorum.”
O an Züleyha Hanım’ın buruşmuş dudaklarının kenarına ince, yaralı bir gülümseme yerleşti. Umudu sevdi bir an, kelimeler sanki güçlü bir süpürge olup süpürdü kötücül bütün hisleri… Ancak hafıza boş durmadı ve inkarsız gerçekleri bir anda soğuk bir rüzgâr gibi çarptı yüzüne. Dudakları, son gülümsemesiyle vedalaştı ve yeniden birbirlerine hiddetle çarparak harflere göre şekil almaya başladı.
“Onuncu Gün: Öğlen vakti… Güneş en sıcak zamanını yaşıyorken aydınlığın zirvesinde hücrem ve ben, heybetli bir umut giyindim. Yazıyorum ya, bu yeter belki insanlara anlatmaya… Kalemim en yakın dostum şimdi, sırdaşım. Halsizliğim, uğradığım haksızlıktan daha fazla değil.
Dudaklarım özgürlük yağmurunu bekleyen papatya tarlası misali, bir yağsa açacak zamansız da olsa bütün çiçekleri… Papatyalar boynunu bükmeden, sevginin, iyiliğin, adaletin tılsımlı can suyuyla sulanmalı… Ben hala aydınlığa inanıyorum, hala eşitliğe… Haksızlıklara karşı savaşmaktan son nefesime kadar vazgeçmeyeceğim.”
Züleyha Hanım, kitabı kucağına bırakıp dünyanın en ağır yükünü sahiplenmiş ellerini kitabın üzerine yavaşça koydu ve parmaklarını üzerinde gezdirerek özenle seçilen eşsiz kelimeleri sevdi. Hala dipdiri duran inanca duyduğu hayranlığı, sevgiyi başka türlü anlatamadı. Boynu bükük papatyalara, dipsiz ve karanlık kuyuların en derininden, çatallı bir sesle “Ah!” etti. Aklı her sayfayı, her kelimeyi merak ediyor; yüreği sabırsız bir kuş gibi kafesinden çıkmaya çalışırcasına atıyordu. Kitabı yine eline aldı, aynı hızda ve yüksek sesle kendi kendine düzenlendiği anma törenini saygıyla sürdürdü.
“On Yedinci Gün: İkindi vakti… Güneş yavaş yavaş ayrılıyor yansıdığı topraktan, hücremin en köşesinde ince bir ışık huzmesi bırakarak. Karanlık büyüdükçe boşluk daha çok büyüyor, sonsuz oluyor. Duvarlar yok şimdi, kapılar yok. Uçsuz bucaksız bir karanlığa teslim olacağım birazdan. Düşlerin gizemli deltasından denize döküleceğim. Susuzluğum en çok denizlere, açlığım uçan martının kanadına… O kadar ulaşılmaz şimdi… Şayet kelimelerim ulaşırsa bir gün bir çift göze, ben de özgür olacağım, denizlerle, martılarla… Kalbimde denizleri seven o minik kadın geziniyor hala, narin, çıplak ayaklarıyla… Bastıkça ayakları umudumu öpüyor kor dudakları… Ona da teşekkürler tattırdığı için bana bu tatlı acıyı…”
Aşkı ilk kez görüyor gibi gözbebekleri büyüdü Züleyha Hanım’ın, içi bir kez daha demir bir havanla eziliyor gibi ezildi. Öğrendikleri, her darbede biraz daha derine inen çivi gibi çakılıyordu; hiç anlamadığı için aşkı kendine kızdı ve ansızın dudaklarını kanatırcasına ısırdı. Dilinde kan tadı, kalbinde git gide çoğalan yara bereyle sayfayı hışımla çevirdiğinde parmaklarını kesen kâğıda öfkelenmeden okumayı aynı liyakatle sürdürdü.
“Yirmi Beşinci Gün: Gün batımı vakti… Akşamüstünün tenhalığına sığındığım zamanlar işte… Ortadan kaybolan güneşle birlikte nefesimin kesildiğini hissediyorum. Ses seda yok yukarıdan, karar vermek zordur elbet, haklı olanı kabullenmek! Hala vakit var, hala umudum sıcak bir ekmek gibi avuçlarımda duruyor. Karnımı o doyuruyor. Anlaşılmaktan başka bir ihtiyacım yok şimdi. Zaman kıymetli… Tanrım zamanı neden yarattın? Yaşım kadar gün oldu, bu hücrenin içinde, bu direnişimde… Zamana yenilmeden evvel bir yol bulunmalı bütün haksızlıklar için… Şayet yenilmezsem anlatacağım ona da umudu diri tutan gülüşünün düşleriyle yaşadığım sonsuzluğu…”
Züleyha Hanım uzun zaman yanan bir mum gibi yavaş yavaş eriyen umudu, hüzünlü sözcüklerin arasına gizlenip bozulmaya yüz tutmuş el yazısında gördüğünde, kalbine saplanan ince neşter usulca derine ilerledi. İçinde kalan devasa hacimli ukde, nefesini sözcüklerin ritmine eş keserken başını kaldırdığında dışarısının karanlık bir sisle kaplanmış olduğunu görünce bütün vücudu titreten bir ürpertiyle sarsıldı. Elleri buz kesmiş, bakışları donuklaşmıştı. Karanlıkla gelen durgun bir su gibi sessizliği defteri okumaya devam ederek yarılıp içinden kan sızan bir et gibi böldü.
“Otuz Üçüncü Gün: Karanlık gece vakti… Karanlığın bir kokusu var burada; nemli, küflü, yosunlu… Dışkı ve atıkların bileşkesinden oluşan organizmalar belki de dans ediyor. Bense kesilen nefesime eklenen derinlerden gelen öksürüğe teslim oluyorum. Susuzluğum hala adalete… Susamıyorum. Acıkmıyorum. Tek korkum anlaşılamamak… Bilmeden uçurumdan itilmek değil, uçurumdan neden düştüğümü anlamalı sırtımdaki eller… Dünyanın en yüksek, soğuk ve puslu uçurumundan hızla düşerken kesilen nefes gibi nefesim. O hızla nefessiz kalınca mı ölür insan yoksa yere çakılınca mı acaba? Tanrım, bütün soruların cevabı var mı?”
Derin bir iç çekerek durdu Züleyha Hanım, kalbin de kalın bir fay kırılmış gibi şiddetli bir deprem oldu, titreyen ellerinden kara kaplı defter yere düştü. Bir süre sonra zorlukla eğilip yeniden eline alabildi. Kalbindeki deprem daha durmamışken okumaya devam etti.
“Kırkıncı Gün: Zifiri gece vakti… Zifiri gecedeyim. Kırık bir gece bu… Ağır bilyeleri olan bir değirmende öğütülmüşçesine canın kırıkları un ufak bu gece… Herkesin bir zifiri gecesi olacaktır elbet ama kimse bu kadar ufalanmasın Tanrım!”
Defterin son cümleleriydi okuduğu Züleyha Hanım’ın. Göğsündeki ağır yük okuduklarıyla görünmez yapboz parçaları gibi etrafa dağılırken kalbine düşen ağır harfler canını kırıp ince ince ufaladı. Defteri, yazılan bütün sözcükleri incitmeden nazikçe kapattı, son görevini tamamlamanın buruk bir ferahlığı vardı. İlk günden beri boğazında kalın bir urgan düğümüyle yaşadığını kimselere anlatmadı. Sonunda nasıl yaşayacağını bilmeyen, harabe bir insanın siluetine bürünmüştü. Kalbi paramparça, un ufak olmuştu. Son kez pencereden baktı; etraf zifiri geceye dönmüştü nihayet… Oysa o gittiğinden beri kırk zifiri gece yaşamıştı. Bu sondu. Kurumuş dudaklarından hayata dair son cümleleri şiddetle yağan asit yağmuru gibi öfkeyle harmanlanmış bir hüzünle ve zorlukla dökülebildi; “Geceleri severdi, geceler de kaldı. Umut’um, oğlum…”