FOTOĞRAF 2 / BEYZANUR KARAGÜZEL
“Kafasında marazi düşünceler kurup duruyordu. Bir de Macha’nın yaşlanmak zenginleşmektir diye hayal kurduğunu düşündükçe! Pek çok insan buna inanıyor. Şarap yıllandıkça kıvamlanır, mobilyalara parlaklığını yıllar kazandırır, yıllar geçtikçe insan tecrübe ve bilgelik sahibi olur. Her bir an, daha mükemmel bir gelecek hazırlayan bir sonraki an tarafından sarmalanır ve doğrulanır, sonunda başarısızlıklardan da ders çıkarılır. ‘Her bir sessizlik atomu olgun bir meyve için bir şanstır.’ O bu tuzağa asla düşmemişti. Ama hayatı Montaigne tarzında bir ölümler dizisi olarak da görmüyordu; bebek, embriyonun ölümü değildi, ne de çocuk bebeğin ölümü.”
Simone de Beauvoir, Moskova’da Yanlış Anlama
*
Gökyüzünde daimi bir ay ışığı süzülüyordu, zihninin en derinleri gündüzü kabul etmiyor ve gecelerin gizemini inancıyla harmanlayarak yaşamayı bir kader gibi, doğuştan üzerine dizayn edildiği bir çekirdek gibi memnuniyetle kabul ediyordu. Gecenin karanlığına hislerini gömmekten varoluşsal bir haz alıyor, dört bir yandan saldıran uyarıcıları bu hazla didikliyordu. Kulaklara usulca fısıldanan büyülü kelimelerin, yükselen ve alçalan ama hep aynı varış noktasını hedefleyen melodilerin algısını şekillendirmesine izin veren kişi, kendi inşa ettiği örüntüyü tanımlamayı kendine illaki görev edinirdi.
Örüntüye ruhunu emanet bıraktığı kapkaranlık gecelerde, özünün ayak izlerini takip ede ede vardığı, yolun o spesifik noktasında tavanda çürümeye bırakılmış bir avizeyle burun buruna geldi. Çürümüş, her yeri yıkılıp dökülmüş bir avizenin ışığının yandığı anı hafızasına kazıdı. En beklemediği yerde, en ummadığı anın içinde farkına bile varmadan çektiği bu fotoğraf, bir mucizeyi haykırıyordu. E fotoğraf çekmenin bu büyüsünü ayakta alkışlamaktan, hayranlıkla önünde düğmelerini iliklemekten kendini alıkoyamadı. Zorlukların içinde kolay olanın, yanlışların içinde doğruların, hataların içinde güzelliklerin insana ansızın kendini göstermek gibi bir huyu vardı. Buna tapınıyordu. Yana yakıla aradıkları, ona kendilerini bu büyüde altın tepsiyle sunmuştu.
Gecenin köründe, o sabaha doğru ilerlerken, penceresinin gördüğü bu yeni büyünün manzarasını izliyordu.
Kahramanımız B.
Alfabenin diziminde bile bir düzen, bir ilerleyiş mevcut kimine göre, e kimine göre olmayabilir de. Bu iki ihtimal yüzünden de kimseye kızmamak gerekir.
Olayların dizimindeki ilerleyişe odaklandığı günlerden birinde; henüz ta en başındayken bu düzenin, daha henüz örüntüyü fark edemediği yaşlarda, bağlı olduğu zinciri koparmak şöyle dursun ayırdına bile varamadığı zamanlarda, boş ve penceresiz bir odanın içinde tavandan zemine düşen su damlalarının ürkütücü melodisiyle tanışmış olduğunu hüzünle anlamış, çaresiz gülümsemişti.
Anısının fotoğrafını çekti. Pencerenin neyden, nasıl yaratıldığı bilgisine böyle erişmişti.
Sessizliğin içine doğduğu bir çığlık yumağı vardı önce, uzun bir yolu koşarken tosladığı ve eteğinin takılarak yırtıldığı tel örgülerle devam ediyordu, en sonunda hareket etmeye dair hissettiği yoğun ihtiyaçla olduğu yerde zıplarken yardığı ve içine şiddetle düşüverdiği zemin geliyordu. Bütün bunlar karanlık, daracık bir odanın içinde, küçük bir çocuğun bir köşesinde cenin pozisyonu alarak korku dolu gözlerle tam karşısında tavandan yere şıp şıp damlayan su damlalarını teker teker saymasıyla gerçekleşiyordu. Zihninin en derininde yaşanıyordu. Her bir su damlası çocuğun içindeki sessizliği, yırtılmayı ve düşüşü simgeliyordu.
Matematiğin bir sonu yoktu, elindeki sayılar tükenmiyordu. Su damlaları yerdeki birikintiyi devasa bir hale getiriyor, yeni korkulara gebe bırakıyordu. En köşenin de en köşesine kadar büzüşmek, su damlalarının sesine kulaklarını ne kadar tıkayabilirse o kadar tıkamak, yere düşen damlaları görmemek için gözlerini ne kadar sıkı kapatabilirse o kadar sıkı kapatmak, birikintiden en fazla ne kadar uzağa kaçabilirse o kadar uzağa kaçmak için amansız bir mücadele sergiliyordu. Başarıyordu, odadan soyutlanıyordu. Zihninin içine giriyor, dahası zihninin içine sıkışıyor, nihayetinde zihninin içinin ta kendisine dönüşüyordu.
Ve tam o mutlak noktada, odada bir pencere açılıyordu. Bu pencere son çaresiydi. Tutunabilmenin son yolu, kaçarken kazık gibi durabilmenin en çarpıcı gerçeğiydi. Bu pencere acımasızdı aslında, hiç yardımsever değildi, demir parmaklıklarla çevriliydi ve hiçbir manzaraya açılmıyordu camları, hiçbir tüten güzel kokulu kahve konulmuyordu pervazına ama oradaydı, odanın içinde odanın dışına açılmayı başarıyordu ve kurtarıcı olabilmesi için bu yeterliydi. Büzüşeni kurtarırdı su damlalarını teker teker sayma işkencesinden ve su birikintisinin bütün odayı kaplayarak sonunda onu boğacağı korkusundan sıyırırdı. Bütün korkular, bütün kimsesizlikler, bütün acizliklikler, bütün kirler yerli yerinde durur ama pencerenin perspektifine girmezdi.
Sonu gelmeyen işkence dolu örüntünün zincirleri o boş ve karanlık odada küçük çocuğun canını bir bir oyarak örülmüştü. Kendini her tarafından saldıran tutsaklıkların, diyeti ödenmemiş yalnızlıkların, acıması olmayan ucuzlukların içine ilmek ilmek örer, öylece içine düşüverdiği dünyayı korkudan irileşmiş gözbebekleriyle uzaktan uzaktan izlerken kendi kalp ritminin oluşturduğu sükuneti benimserdi, ezbere bildiği bir şiiri mırıldanır gibi benimserdi. Yeni bir örüntü, taze bir zincir inşa edebilmek, uzaklarda aranılanın üstünü çizebilmek, yaşamın özsuyunu eğlenerek keşfedebilmek uçuk ama heyecanını her daim koruyabilen bir hülyadan ibaretti.
Çocuğun hayaline kavuştuğu an ise bir fotoğraf çekiminde gizliydi. Her bir fotoğrafta gizli olan anın büyüsüyle donanıyor, yenileniyor, adım adım yaklaşıyordu.
Gülümseyen, şefkat dolu bir ses daima fısıldıyordu: Bulut iner, iner, damlası sana gelir.
Çektiği fotoğrafların en gizli, en özel detaylarındaki saflığı gördükçe çerçevedeki kaskatılıktan duyduğu rahatsızlık derisine kazınıyordu. Ölü derisi bu acıyla vücudunu terk ediyordu. Detaylardaki saflığa kalbindeki her şeyi gömüyor, onları o gize terk ediyor ve terk ettiklerine arkasını dönerken yepyeni derisiyle birlikte, zaten ezbere bildiği dünyanın acımasızlığına yumduğu gözlerini yeniden kocaman açıyordu. Bu kez farklı bakıyor, farklı görüyordu. Fotoğraflardan öğrendikleriyle gizin ne olduğunu, özel olanın aslında nasıl korunması gerektiğini, çerçevenin insana anlattıklarının ölü deriyi nasıl da yüzdüğünü hafızasına bir bir işliyordu.
Fotoğraflara gizlenmiş bu detayların anlattıklarına odaklanınca gördükleri karşısında kafası karışıyor, anlamak lanetine mecburi boyun eğiyor, e epeyce de eğleniyordu. Ufacık bir mutluluk kırıntısı uğruna, dünyanın bütün kirini pasını bir kenara bırakarak varını yoğunu körlemesine feda edebilecek insanların çığlıklarıyla bezenmiş; anlaşılmak arzusuyla yanıp tutuşarak kendi kendisini zindanlara ve pencerelere mahkum edenlerin, acıdan da hüzünden de eziyetten de kaçarken en çok kendine eziyet edenlerin gecenin karanlığında bu güldüren ironiye sunduğu danslarla donanmış bir müzikali anlatıyordu. Müzikal insanoğlunu kendisine zincirliyordu. Bütün dünya insanları, bütün dünya insanlarına elleri çatlayana kadar alkışlar tutuyor, göğüs kafesleri parçalanana kadar kahkahalar patlatıyordu.
Yolların yollarla çakıştığı noktada düşün içinde bir düş bütün gördüklerimiz, diye mırıldanıyordu. Bu sonsuz düşün içinde yaşananlar, hissedilenler, görülenler, duyulanlar algılanmaya çalışılırken hatalı çıkarımların peşinde bir ömür feda etmekten korunulacaksa, ancak bu fotoğraflar sayesinde korunulurdu; doğruyu içeri buyur ederdi, yanlışa gülümserdi, tercihlere kapılırdı, hayat sürüklerdi, zaman asla acımazdı ve ancak bataklığın pisliğinde boğulursa ansızın penceresinin acımasızlığına isyan ederdi.
İsyanla donanan ruhunun buyruklarını harfiyen yerine getirmeye yeminler ettiği o anın içinde, isyanı kazanmıştı. Fotoğraf çekmeyi denemiş, denemiş, denemiş… denedikçe kıvranmış, kıvranmış, kıvranmış… kıvrandıkça da başarılı olmuştu.
Bulut inmiş, inmiş, damlası özüne şefkatle dokunmuştu.
Uzun ve zifiri gecelerin ardından istemediği bir sabaha çıkmadı, gecenin atmosferine karıştı. Kapıları kapalı soğuk odaların içinde pencere hülyalarıyla yaşamaktan vazgeçti, odadan çıktı. Umudu kendine oyuncak etmiş yaşama sevinci tiratlarının büyülü kelimelerine aldanmadı, hakikatin asaleti karşısında dizlerinin üstüne çöktü. Dünyanın bütün battaniyelerini üstüne de örtse yine yakasını kurtaramayacağını bildiği şeytani üşümesinin iyiliğe olan inancını sorgulatmasına izin vermedi, zaten inanmamayı seçti. Örüntünün işkence dolu tuzaklarla zihnini daha fazla bulandırmasına izin vermedi, binbir emekle ördüğü zincirini gururla oyuna dahil etti. Abbas yolcudur demedi, yolun kendisidir de demedi, sükunetinin şiirselliğini özümsedi.
Her türlü algıya işaret eden mısraların oluşturduğu komplike bir şiiri okuyor olduğum esnada hissettiklerimin acısı hissedemediklerimden ötürüdür, demedi; yükselen oratoryonun ve özüne düşüveren samimi sesin fısıldadığı kitabi buyruğu aldı, varlığıyla demledi, hakikatle yoğurdu, e gülümsedi.