LOADING...

En üste git

Temmuz 28, 2023

FOTOĞRAF / BEYZANUR KARAGÜZEL

                                                           

 

“Oluşa kıyasla varlık ne ise, inanışa kıyasla hakikat de odur.”

 

Platon- Timaios

———

 

Parke zeminde birbirini izleyen lekelerin süreç içindeki aritmetiğini çözme işini ağır bir ciddiyetle üstlenmiş, bu var olup olmadığını bile sorgulatan örüntü acaba ona bir oyunun kurallarını şifreliyor olabilir mi sorusunun cevabını muazzam bir heyecan, merak ve özveriyle bulmaya çalışıyordu. Gecenin içinde usul usul odasına yürürken bu örüntünün onu uzaktan izliyor olduğu düşüncesi içini gerginlikle kaplardı hep. Döngü, elindeki kaynar kahvenin dumanlarının evin tavanına yapışması ve sonra en çaresiz, en umutsuz anında tavandan zihninin içine ışık huzmeleri olarak yağması gibi karanlık gecelerinin ensesinde konaklıyordu.

 

Döngülerin içindeki inancın insanın özsuyu olduğunu söylerler. Ya da söylemiyor da olabilirler. Bu iki ihtimal yüzünden kimseye kızmamak gerekir.

 

Kahramanımız A.

 

O son gecenin ertesinde, sabah uyandığında penceresinden bakmadı.

 

O gün aslında anlamıştı, bir şeyler onu penceresinden alıkoyuyordu; bu yüzden doğduğu andan beri gökyüzünde aradıklarını artık aramaya ihtiyaç duymuyor olduğunu fark etmişti, hayatı boyunca hep toprağın en dibine gömülmeyi dilemişken şimdi dirilmenin sancısını her bir hücresinde memnuniyetle ve hatta hazla hissediyor oluşunu şokla karşılamıştı ve penceresi artık onu hiç mi hiç ilgilendirmiyordu.

 

O gün ilk fotoğrafını çekmeyi denedi. Deneyip duruyordu sürekli, misal çektiği her bir fotoğrafın saniyenin ruhuna tercüman olması, onu damgalaması çok mühimdi, bunu devamlı kılmayı deniyordu artık. Bir yazı bulur mesela çok önemli bir yazara ait olduğunu duyar, hemen yazara bakar kimmiş nasıl bir hayatı olmuş, ne kadar ödül kazanmayı başarmış, nerede yaşamış, ne içmiş, ne yemiş, annesi babası kimmiş, okul okumuş mu? Okumuşsa nereden mezun olmuş, lisede popüler miymiş üniversitede herhangi bir radyo kurmuş mu, bu yazıyı neden yazmış yazarken nerelerden/ kimlerden etkilenmiş vesaire vesaire… Bin bir türlü soru, ucu olmayan iplikler gibi, biri onları tortop etmiş kafasının içine bam diye fırlatmış gibi… İşte bu soruları deniyor aslında. Sorular neden vardır? Cevaplanmak için olmadığı kesin. Öyle olsaydı mesela neden ve nasıl olup da kanatlarımızın hala evrimleşmediğini bilirdik, kanat diye bir şey var sonuçta. Böyle saçma sapan düşünür. O yüzden soruları cevaplamaz, soruları dener. Bence, der hep dost meclisinde, bence bu hayatın alamet-i farikası denemektir! (Böyle bir bildiği varmış gibi büyük büyük laflar etmeyi hep çok sever.) Çünkü her şeyi bilmek ister, istedikçe dener, denedikçe de bir halt elde edemeyiz. Öyleyse bu denklemdeki tek anlamlı bütün denemektir.

 

E denemenin ne anlama geldiği de okkalı bir soruydu elbet. Demir parmaklıklara mecbur bırakılmış penceresiyle, bu temel sorunun arasında bir bağ olmalıydı. Hiçbir soruyu, asla ama asla cevaplamayı beceremediğinde mi penceresinden dışarıya bakardı? Ya da aksine, penceresinden dışarıyı seyretmenin verdiği bir alıklıkla mı soruları hep cevapsız kalırdı? Aslında cevap daha da karmaşık olmalıydı. Uyuyabildiği her gecenin sabahında sorular birikir, ucundan tutmaya çalıştığı düşüncelerini yakalamaya çalışırken oluşan kaotik zaman- mekan algısını yenmek adına kaçışını simgelerdi bu pencereler ama kısır döngü de tam olarak o noktada düğümlenirdi. Çünkü penceresinin demir parmaklıkları görüşünü kısıtladıkça yeni sorular, yeni bulanıklıklar, yepyeni bir savaş meydanı gelip ortalık yerde bayrağını gururla sallardı.

 

Bir noktada çekecekti kendini bir taraftan, bunu hep bilirdi, daha doğrusu hissederdi ama hep, penceresinin özündeki maddelerden birine evrimleşeceği gibi uçuk kaçık bir düşüncesi vardı. Saçma olması umurunda değildi, buna yürekten inanırdı. Penceresine demir parmaklıklar takılan hapsolmuşların peşini bırakmazdı kabuslar. Bu hayatta en iyi, tek iyi bildiği şey buydu. Bu yüzden uykusu olmazdı bu tutsakların; pencereden kaçamayanlara bir bakılsın, kabuslardan kaçabilecekleri hezeyanına nasıl da kapılırlar… e güldürüdür bu.

 

O gün ilk fotoğrafını çekmeyi denerken elleri ayrı bacakları ayrı titremiş, kelebekler midesini kemirmiş, kalbini kusmak için lavaboya ancak son dakikada yetişmişti. Kendini bir taraftan bırakacağını bilmesine bilirdi de, tekrarlanılsın ki taraf konusunda çook büyük yanılmıştı. Odanın içiyle barışmak, pencereden başını çevirip de odadaki güzellikleri fark etmeye başlamak, odanın kokusunu koklayınca gülümseyebilmek, çalışan saatin tik taklarının kulaklarını ilk defa tırmalamayışı o kadar ilginç gelmişti ki fotoğrafı tabii ki çekemedi.

 

Makinesini tam olması gerektiğini düşündüğü yere konumlandırdı. Kameraya bakarken hissettiklerinin ağırlığını ve heyecanını duydu, onların altında ezilmekten korktu, arkasını dönerek yüzünü avuçlarının arasına aldı. Uzunca bir süre öylece durdu, durdu, durdu… Neyi bekliyordu? Bilmiyordu. Gecenin ortasına bir şimşek çakmasıyla irkildi, almak istediğini alır gibi yaptı o şimşekten, umdu, umdu, umdu… Saniyeyi aldı ellerinin içine, sımsıkı tuttu. Avuç içindeki saniyeyi deklanşöre bastı.

 

Her şey inanmaya inanmakla başlardı. Başarısızlığını sorgulamaktan korkmasındaki esas sebep başarısız olmuş olması değildi. Bununla başa çıkabilirdi ama başarıya olan inancına hesap veremiyordu şimdi. Bir sarsıntı bir tek sarsıntıdan ibaret olamazdı, yıkımın her durağında pencerenin parmaklıkları kurnazca el sallardı. O yüzden birikmişin yorgunluğunda yavaş yavaş sönüyor, eriyor, dayanamayarak bitmeye yelteniyordu ruhundaki; deklanşöre basarak hiçlikle karşılaşmanın sarsıcı gerçekliği ile soyunduğu muhabbeti kapkaranlık bir tünelde kıvrana kıvrana, gözyaşları içinde ışık umuduyla yürümeye benzetiyordu ama yine de, her şeye rağmen, bu asla bir karşılanma öyküsü değildi, olmamalıydı da.

 

Gecenin körü diye bir tabir şu literatürde hiç mi hiç kullanılmamış olsaydı bile, o anın bir etiketi olsun isterse, zerre düşünmeden gecenin körü derdi. Ansızın içine öylece düşüverdiği bir umutsuzluk denizinde, yalnızca düşünce gücüyle tekne icat etmeye çabalıyormuş gibi absürt bir durumdaydı. Telaş yüreğini hoplatıyordu. Korkuları, ruhunu biraz olsun teselli etmek için yaktığı mumun oluşturduğu gölgede oyunlar oynuyordu. Gergin bir tavşanın önünden eyvah, çok geç kaldım nidasıyla saatine bakarak geçmesini, sonsuz bir maceraya düşünmeden yuvarlanmayı hayal ediyordu.

 

Geleceğin umudunun, geçmişin ufak bir detayında hapsolmuş olduğunu ve göğe yükselmek için anın fotoğrafını beklediğini hiç düşünememişti. Detayı ona zihni öylece sundu, ağır bir işkenceden sonra sağ kalabilme meydan okumasına cesaret edebilmiş bir tutsağın kapısının aralanması gibiydi bu. Hatırladı.

 

Bulut iner, iner, damlası sana gelir.

 

Çok sevdiği birinden duymuş, gözlerinin içi parıldamıştı. Döngüye kendini emanet ettikçe, zamanlar zamanlarla elim sende oyununa devam ettikçe, inancın cilt cilt kitaplarının bulunduğu tozlu raflara durmadan üfledikçe kapılar aralanır, aralanır, aralanır ve sonunda inanca da hakikate de varılırdı elbet.

 

Böylece döngüden peyda olan soruları denemeye devam etti. Döngüyse aynı işkencesini, kapıları kapatıp kapatıp sonra aralamayı sürdürdü. Yıpranmışlık, yorgunluk, yaralar bütün hücrelerini kaplıyordu. Ama döngü pençelerini asla geri çekmiyordu, çekmemeliydi de.

 

Özünden yükselen kapkara dumanların burnunu sızlatan, gözlerini yaşartan, ciğerlerini delip geçen isli varlığına gözlerini dikerek öylece bakakalmasında bir büyünün yasaklı kelimelerini arıyordu. Aradıkça derinin daha da derinine batıyor, dip kelimesinin manasız, karşılıksız bir kelime oluşunun idrakine varıyor, aramanın bir okyanus, bulmanınsa gökyüzü oluşuyla yüzleşiyordu.

 

Adına inanç denen bir sonsuzlukta, üst üste bindiği için metinlerinin anlamları iç içe geçmiş, karmaşıklaşmış parşömenlerin nihai tasımı bu yüzleşmeyle şahlanır, hakikat öldürücü hamlesini oynayarak hassas kağıda son mürekkep damlasını gururla bırakırdı.

 

Bulut indi, indi, damlası nihayet bilince düştü.

 

Belki de yaşanılan hayat, görüntüleri anlamlandırırken yalpalamak, yalpalarken sağa sola zararlar vermek, zararlar almak ve bundan asla erinmemekten ibaret olmalıydı. Nasıl bir ormanın içerisinde, hangi ağaçların meyvesini yiyeceğini, hangi bitkilerle zehirleneceğini ya da hangi kuş türlerinin cıvıltısıyla umuda olan güvenini yeşerteceğini seçmekten; hangi harflerin faşizme kurban gideceğini, hangi noktalama işaretlerinin arşivden silinip atılacağını, nasıl cümlelerin anlaşılacağını ya da nasıl paragrafların kimsesiz kalacağını tek tek tayin etmekten ibaret olmalıydı.

 

Bulut indi, indi, damlası nihayet fotoğrafa girdi.

 

Uzaklardan gelip yakında varlığını tamamlayan bir şarkıyı söyler gibi tekrarlayıp durdu: Bulut iner, iner, damlası sana gelir.

 

Uzaklarda aranılanın üstünü siyah kalın kalemlerle acımadan karalayarak beyaz satırların en derinine gömseler, zincirin hayati halkasını koparıp emek emek inşa edilmiş bir zincire zevkle dahil olmanın verdiği tarifsiz acıyı, döngüyü kırmak değil de döngüyü yaratmak olarak isimlendirseler, kazılı mezarların dipsizliğinde yaşamın özsuyunu keşfetmeyi eğlenceli bir tiyatro oyununa benzetselerdi. Bunu çok çok öncesinde bir makaleye çevirip yayınlamış olsalardı. Yine de, o zaman, çekilen fotoğraflar anların derinliğine sonsuza kadar kazınmış olmazdı.

 

Anın ritmi ne zaman çerçeveye sığardı? Bir fotoğraf döngüyü nasıl bestelerdi? İnancı nasıl resmeder, o inancın içindeki hakikati nasıl olup da vurgulardı?

 

Toprağın yedi kat derininden heybetli bir oratoryo gibi yükselen, gökyüzünün sonsuzluğunda ayyuktan süzülerek iniveren bir ses gülümsenilmesi gereken o minik anları sayıkladığında, ancak o şekilde ve o zamanlarda.

 

Loading

Sosyal Ağlarda Paylaş:
Önceki Yazı

GÖZ SAATİ / ALTAN DOĞAN

Sonraki Yazı

KIRK ZİFİRİ GECE KADAR / BURÇİN LAÇİN

post-bars

Bir Yorum Yapın