EDİTÖR
“••• Ve güz geldi Ömür hanım. Dünya aydınlık sabahlarını yitiriyor usul usul.”
Griye bulanıyor kentin havası. Bir yağmur damlası berraklığı düşüyor yüreğime inceden. Hüzne teslim olmuş insanların aksine, içimde sıcak ülkelere göç etmek istiyor umutlarım. Sevinçten söz açasım geliyor. Ama tabutu bir çocuğun omuzlarına bırakılmış ölüm ağıdı düşüyor dilime. Yaşamak, uyanık haldeyken kabusların böldüğü yarı ölüm halini alıyor. Hangi sözle avutulur onun yarım kalan düşleri? Ateş düştüğü yeri yakar diyorum dudaklarımı bile kıpırdatmadan. Sıyrılamıyor insan bu zorlu coğrafyadan. Yaşamak hep bir vicdan ağrısı, bir keder olup nesilden nesile işliyor iliklerimize. Geçmişin engeline takılıyor sevmeye dair bildiklerimiz. Yok etme pahasına yarattığımız uygarlık yetmiyor şiddeti ortadan kaldırmaya, üstüne birde insan vahşetini inşaa ediyoruz. Sahi bu kadar korku ve ölümü nasıl sığdıramadık asırlara? Yaşam sahnesine eşlik edemediğimiz türkülerin soluğuna hangi güç, hangi öfkeyle ağır darbeleri indirene dek, hangi lanet kültün taşıyıcısı olduk? Yoruldum ucu kalbime değen yüzlerce kurşun sesiyle uyanmaktan. Sabah programlarına aldanmış insanların gerçek kesitler portresi yaşamlarından. Yangından kaçamayan bir ağacın kül oluşuna seyirci kalmaktan. Şimdi; İçimde sınırlara sığmayan bir isyan bayrağı… Bunca tepesi olan haritanın hiçbir düzlüğünde dalgalanmayan, değişik bir yer göster bana.
“Dünya bir testidir, de, Ömür hanım, ömür bir su… Sızar iğne ucu gözeneklerinden zamanın, bir içim serinlik, bir yudum mutluluk için.”