LOADING...

En üste git

Temmuz 28, 2023

BİR AYRILIŞ HİKAYESİ YAZMAMAYA NİYETLENDİM / BİLGE ECE ÜREK

 

Bir ayrılış hikayesi yazmamaya niyetlendim. Sonuçta size milyon tane kanıt sundum. Bu hikayenin özünün dram olmadığına niyetlenin siz de. Her şey seni orda görmemle başladı ve o anı hiç unutamadım ile başlayan bir hikayenin mutasyonlu halini düşünün. Baştaki bir virüsün mutasyonu ile yeni bir virüs varyantı meydana gelir, sonra o da aynı şekilde ondan sonraki de aynı şekilde ondan sonraki de… ve BAM! Hatrımı yokladım. Mutasyonlu hikayenin arasından toparladığım kalıntıları birleştirdim.

Hatırladığım ilk kalıntı: Nuri Bilge Ceylan’ın Kış Uykusu filmi. Bu filmi, tahminlerime göre on kez izlemişimdir. Aklıma kamera arkası geldi. Nejat İşler’in çok sert bir sahnesi var. Küfürlü, hakaretli bir sahne, kendisini tutan oyuncu arkadaşını da bayağı zorlaması lazım koşarken. Nuri Bilge kamera önüne geçiyor, sahneyi kendi gerçekleştiriyor. Hatta sonunda düşüyordu. Ben bunu ne zaman izlemiştim? İzmir’de, iki göz odalı evimde olması lazım. Otomatik perde kapatma sistemi vardı. Çıkardığı sesi hatırlarım. Vıııııııııv vıııııııııııv. Buzdolabının da sesi geceleri daha da bir yükselirdi. Ben o ses eşliğinde anksiyete krizleri geçirirdim. Rahat bir koltuğum vardı. Turuncuya ya da açık kahverengiye kaçan renkteydi herhalde. O koltuğa bir süre bakamamıştım. İlk sevişmemi onun üzerinde yaşadım çünkü. Her o koltuğa baktığınızda bir adamın koynuna yatmış bir kız görürseniz kendinizi tanıyamazsınız. Seviştiğiniz herhangi bir nanosaniyesinizde gözünüzü açıp ‘Ben napıyorum ya?’ dediğinizi iddia edeceğim. Ben o koltukta kendime böyle demiştim ama bu cümleyi bir daha kendime kurmamışım. Kurmaktan mı korktum, aklıma mı gelmedi ne bileyim, kurdum da sadece kurup kenara mı fırlattım bu cümleyi? O iki göz evimdeki turuncumsu, kahverengimsi- bu arada kırmızıya çalan bir hali de vardı- koltuğumun bir yerine sıkıştırdım bu soruyu, bir daha da bulmaya tenezzül etmedim. Ne edeceğim ya, içimi karıştırıp ortalığa leşler saçmanın ne anlamı var? O koltuktan cesetler de çıkarabilirsiniz. Ceset olarak da çıkabilirsiniz. En iyisi soruyu sadece sorun, cevap almayın.

Karanfil kokan çaylar, bu hikayedeki kalıntıların mezesiydi. Her kenetlenen kalıntının yanına konulabilirlerdi; tatlarıyla, kokularıyla. Bir sahafın üst katında, tahta sandalyelerle çevrili, kitaplar boydan boya sarmıştı etrafı ve ben sigaramı tüttürüyordum. ‘Buranın karanfilli çayını biliyor musun?’ demişti. Bu benim için bir aşk cümlesidir. İçinde ‘çay’ var bir kere cümlenin. Bu babamın huzurlu halleri gibi. ‘Bil, çayyyyyy!’ Babam da bana aşk cümlesi kurmuş bak şu işe. Karanfili eksik bir çay ama olsun seni affediyorum baba! Aslında şimdi karıştırıyorum düşündükçe. Hangisini istedim? Karanfil kokulu çayımla sigaramı mı? Yoksa onu mu? Hepsinin karmaşası içinde geçen sohbetleri mi? Bana orada geçen sohbetlerin hazzını tam yaşatamadı. Bir mekanı seversiniz ve oraya bir daha gidersiniz, sonra bir daha. Kaldırmaya çalışmayın beni ordan, yalvarıyorum. Evim oldu artık çünkü, bırakın çayımı koklayayım, sigaramı tüttüreyim. Hermione Granger gibiyim. Kokluyorum bir aşk iksirini, saman sayfalarının orgazm edici kokusuna karışıyor hayatım ve bir daha düşünmek istemiyorum o kokudan başka bir şeyi. O sahafı seninle beraber sevmişimdir muhtemelen. Sonraları gelmek istemedin. Yalnızlaştık; çayımız, sigaramız, kitaplarımız ve sakin müziklerimizle. OLSUN! Orada bir fotoğrafın da vardı. Bana gülümsüyorsun, arkandaki dolapta kitaplar. Sonra ben yalnızken bir fotoğraf çektim. Sandalye bu sefer boş, arkadaki dolabın rafları da. Altına da ‘Yalnız’ yazdım. Hayatımın ilerleyen kısmında o sahafa tekrar gidersem, kedileri severim. Çay değil de oralet içerim, sigaramı masaya koyarım, içmem desem de içerim, güvenme.

Kalıntıları izliyorum, yeni kalıntı zincirini bulacağım az kaldı. İzmir’in Kordon boyuna varmak için YKM’nin önünden geçmem gerek hızlı hızlı. Denizin kokusu geliyor ya burnuma heyecanlanıyorum. YKM’yi sağınıza alın, dümdüz yürüyün. İzmir Saat Kulesi’ne gelin. Sevgilinizle fotoğraf çekilin, öyle bir adet var orada. Ben çekinmedim. Neden? Ee biz sıradan mıyız, herkes gibi! Biz İzmir’e geldiğimizde değil, İzmir’den gittiğimizde çekilecektik o fotoğrafı. Size o fotoğrafı tarif edebilirim. Bir saat kulesi, yem yiyen bir dolu güvercin, rüzgardan saçları savrulan, yüzünde her zamanki kahkahasıyla bir kız. O kahkahadan her yerde atabildiğime göre, İzmir Saat Kulesi’nin önünde de atmalıydım, yazık edemezdim  kahkahama. Hem de çekildiğim fotoğrafın bir anlamı var, gidiyorum İzmir’den, dönüyorum Ankara’ya. Neyse ben Kordon’a gidiyordum en son. Tramvay yolunu geçtiniz ve denizi gördünüz. Yol ikiye ayrıldı, deniz tarafı ve bisiklet yolu tarafı. Genelde çok kalabalıktır. Çimlerin olduğu kenarda piknik yaparlar veya bira içerler. Bira içerler piknik yaparlar, piknik yaparlar bira içerler. Kızılay’daki Dost Kitabevi’ne girip sabahtan akşama kadar beklemek gibi benim için. Dost’a girin, kitaplara bakın. Kitabı almayın çünkü çok pahalı. Önündeki banklara oturun, gelenle gidenle sohbet edin. Sonra tekrar Dost’a girin o kitabı alın. Kafanıza koydunuz o kitabı biliyorum. Kordon boyunca ilerledim, bisiklete binesim gelmişti ama binemem çünkü beni bekliyor. Hem de ekşi Bortaçina şarabıyla. Bisiklet mi, Bortaçina mı? Şimdi olsa bisikleti seçerdim çünkü Bortaçina’nın tadı ekşidir, aynı zamanda hüzünlüdür. Oturduk tam denizin karşısındaki banka. Heyecanlıydım sanki. Elinde bir şiir kitabı tutuyordu. Bayağı eski bir kitaba benziyordu. Koklamak istedim saman sayfalarını. Ahmed Arif’in şiirleriymiş, koklanmayı hakeden bir kitap kendileri. Sahaftaki karafilli çaydan sonra sigaranın yanına gidebilecek bir Bortaçina’yı açıyor ve diyor ki ‘Tywin Lannister oyunu oynayalım mı?’ Tamam dedim oynayalım. Tahminde bulunacak ya düşünmeye başladı. ‘Sen benden iki kişiye bahsettin’ dedi. Tam tutturdu. İki kişiye bahsettim, evet. Sen ne diyorsun? İleride günlüğüme yazacağım seni. Adına şiirler yazacağım, köşeler açacağım sana. Kitaplarıma saklayacağım yüzünü belli dizeleri okurken hatırlamak için. Ben o bankta otururken bunlardan bihaberdim. Sadece o şiir okuyordu, ben denizi izliyordum. Arada oyuna devam ediyorduk. Ben ona dedim ki: ‘Anneni çok özledin.’, ‘Hayır.’ dedi. Ben çok özledim diye bağıracaktım az kalmıştı. İçime dert oldu ‘ilk’ söyleyemediğim cümlelerim. Hem şarabı bana içirdin, hem de anneni özlememişsin. Bu ne iştir? Anneni özlemediysen git yanımdan. Arif Ahmed’in şiirlerini de al git. Adam daha yeni dedi yahu! ‘Bir daha hangi ana doğurur bizi?’ Dişlerindeki elma kokusu değil bilirim, bizim seninle günahımız sadece o gün orada oturup Bortaçina içmektir. Bu anın somut bir kanıtı vardır elimde, zihnimde. İki ayrı el, bir şarap, bir kitap, bir deniz.

Oturduğumuz bankı bu yıl tekrar gördüm, kalıntılarımın bağlarını kipleştirdim, her şey içimde de dışımda da canlandığı anda. Tamamen aynıydı hiçbir değişiklik yoktu. Aynı döngüyü tekrarlayan kalabalıklar vardı. Balık tutanlar, horon tepenler, piknik yapanlar, bisiklete binenler, bira yudumlayanlar… Oturmak istedim gene bankın sağına. Oturamadım çünkü ne kadar nostalji meraklısı da olsanız, çekip getiremezsiniz kendinizi milyon yıl önceden. O bankta oturup yaşlandığımı düşledim denize bakarak. Yalnız ellerim kırıştı, saçlarım aklandı, yanımdaki bedenin ufalandı göğe karıştı, ben oturmaya devam ettim. Aklıma yazdığın, okuduğun şiirler geldi. ‘Hırsızlığın’ geldi aklıma. Bedenin ufalanıp yanımdan gidip yükselmese bile, ben seni zihnimdeki göğe çıkartmıştım. Belki o gece beni ele geçirişinin gecesiydi. Zihnime vurduğun prangaların sorumlusunu sen yapmak isterdim. Zihnimde seni göklere çıkarmadan önce, çarmıha gerdim de ellerinden ayaklarından, öyle çürüdün gittin içimden demek isterdim. Kendimi asmayı unutmasaydım, bu hikayedeki ‘Yahuda’n’ da olabilirdim. Yanağına dokundurduğum öpücüğün samimiyetine inan. Ölmeyeceksin.

Dualarla örtülmüş, kutsallıkla sırtı sıvazlanmış zincir parçaları, yerinden çıkmak istese bile çıkamazdı. Seccade üzerinde birleşmediler, aykırıydılar. İki beden, duvara asılı bir seccadenin altında. Evet, altı dedim. Yönümüz kıbleye dönük olabilir ama seccade yukarımızdaydı. ‘Binbir’ bize bakıyor biz ona bakıyoruz. ‘Kılmak ya da kılmamak tüm mesele bu.’ Bir yandan fotoğraf makinesinin şık şık sesleri. N’apayım gülüyorum, kahkaha atıyorum. Günlüğümde yerini alacak fotoğrafı çekileceğiz. Bir şey de bilmiyoruz ki. Gülmek bir şey bilmediğinizi ifade ediyor olabilir. Cahilliğinizi ifade ediyor olabilir. Gülüşünüz altındaki anlamsız sebepleri toplayın. O sebeplerden yeni sebepler çıkarın. Gülebilirseniz bir daha gülmeyi deneyin. PARDON! Gülmek için bu kadar düşünmeye gerek yoktur. Normalde nasılsak, ben de orada öyleydim. Bir an güldüm, sonra kahkaha atasım gelmiş. O fotoğrafın çekileceği anda gülmek hakkında felsefe yapabilir miydiniz? Evet derseniz, bir filozof olarak sizi tarihe geçebilirim. Hayır, derseniz de mutlu biri olduğunuzu düşünürüm. Sadece ayrıntılar beynimi yokluyor. Eli omzumda bedeni bedenimin yanında ya! Gülmek için yeterli sebeplerim varmış gibi hissettiriyor ama ben orada sebepsiz de güldüm. 10×10 boyuntundaki bir alana yerleştirdiğim fotoğrafın bana şimdi neler ifade ettiği, ne sebeplerle beni hüzünlendirdiği meçhuldür ama o seccade beni hala güldürür. Bu gülüş beni memnun ediyor, seccadenin altında fotoğrafımı çekin, aynı cahil gülüşüm için bir dakikalık saygı duruşu!

Bilginin, bu kalıntı zincirlerindeki konumu beni her zaman sinirlendirdi. Çünkü atış noktası aslında bilgiyi yüceltmek değildi. Bilmem bilgiyi de yüceltmiş olabilirim. Ağızdan şapır şapır bal damlıyor gibi gelir. Saatlerce konuşur, anlatır. Yukardan bakan gülümsemelerini savurur. O gülümsemeler eşliğinde bana ne pay düşüyorsa onu alırım. Kahvaltıma başlayayayım. Biraz zeytin, biraz peynir- menemen yok- ‘menemen için zengin sofralarını bekleyin.’ Ya da çıkalım iki simit alalım yeterli. O iki gevreğin yanında anlatacağı hikayelerin sizi doyuracağını biliyorum. Dışarıda uluyan kuşun hikayesinin aç karnıma iyi geldiğini hatırlamıyorum. Ya da şu an hala o anda o yerde aç olduğunu bildiğim karnımın doyurulmaya ihtiyacı var. O nedenledir ki, uluyan kuşun hikayesi, karnımın gurultusunu bastırmalı! Babaanneme gidip bu hikayeyi sordum bir zaman sonra tam kahvaltı yaparken. Duygulandı, hikayedeki dizeleri tekrar etti aynı senin gibi. O dizeleri hatırladım, kuşu Milli Kütüphane’nin balkonunda dinlerken. Babaannemi hatırladım, sonra sen de dahil oldun. Biz o hikayeyi seninle yücelttik. Ağzından şapır şapır ballar damladı, ben kana kana içtim. Beni kim öldürdü? Ben öldürdüm. Beni kim öldürdü? Ben öldürdüm. Beni kim öldürdü… Yarın okulu asar yanına gelirim, kahvaltıyı… evde ‘balım’ kalmamış.

Şiirli şaraplı geceler veda kalıntılarımdandır. Tek bir tane yoktur. Bortaçina içip günahlar yudumladık, hatırla! Shakespeare sonelerini okurken mutluluğumuzun üzerinden geçen sonsuz zaman dilimleri, senin hamile bir hayvan tarafından içilmen ve başka diyarlarda yeniden doğman! Yarının değişeceği umudunu taşımaktan bıkmıştın. Yükün omuzlarına ağır geldi. Cezanı kabullenemedin ya da cezana fazla bir coşkulanımla bağlandın. Ağırlığını taşımak seni gururlandırdı. Gururlandıkça yükünle beraber sana karışmak istedim. Beyaz bayrağımı kaybetmiş bir savaş yorgunuyum oysaki. Bıraksan orda bir kenara kıvrılıp uzaktan savaşıma bakacağım. Taraf değiştirip duracağım. Hangi taraf kafamın terazisinde ağır basarsa o tarafa doğru sürükleneceğim. Kızacaksın bana. ‘Ne yapıyorsun’ diyeceksin. Umrumda olmaz.

Belli vakitler geçti, senin yazgını aldım, kendime yapıştırdım. Alnımdan düşen demetleri umursamdan bir yeni daha yazgı ekledim alnımın çatına. Bir ay boyunca o günlerin en sancılı zamanlarında, yanında kaldım, yüküne sahip çıktığımı düşünerek geçirdim günlerimi. Değişimin tüm hücrelerime yayıldığını düşündüm. Banyonun küveti su doluydu ve sen bana kitap okuyordun. Islak omzumu bacağına dayamıştım. Kitabını biraz ıslattım, çıtır çıtır olan sayfalar daha hoşuma gitti. Sana baktım gene ‘Ne yapıyorsun’ dedin. Yükümü suya karıştırdım. Simsiyah ziftler küvetin deliğinden aktı gitti. Hafiflemedim. Yeni demet yazgılar arıyorum harıl harıl. Giderden akan yüküme baktım. Alıp beni de götürmesini bekledim. Giderden akar giderim. Görevimi bitirmek için var gücümle akmalıyım! Aniden sırtladığım yükünün ağırlığı kemiklerine batar, kaburgaların çatlar ama sen gene bir hışımla, kırık dökük hallerinle, zamansız gelen içsel yarım tebessümlerinle bir daha sırtlarsın yükünü. Ben gittim, görevim bitti. Geriye benden kalan, küvet giderindeki beyaz bayrak.

İpe dizdiğim her bir paslı kalıntının aklanıp paklanmayacağını biliyorum. Zamanı geriye sarın. Yelkovan akreple hele bi sevişsin bakın neler olur: İzmir Konak’ta koşar adımlarla yürümedim. Bortaçina ne markasıdır bilmem. Ahmed Arif adı Ahmed olan bir adamdır. ‘Hayat Ağacı Sahaf’ın önünden geçtim, kahvemiz var dediler, girmedim. İzmir Saat kulesinin önünde bir fotoğrafım var, ağladığım vakitlerde çekilmiş; aynı namaz kıldığım anda seccade üstündeki fotoğrafım gibi. Babaannem her kalktığında menemen yapardı bize, karnımız toktu. Kahvaltıda anlattığı hikayeler yüzünü güldürürdü.

Atıp kurtulamayacağım tek yüktür bana kalıntılarım. Adadan yüze yüze kıyıya çıkmam. Her bir kulaç beni daha derine iter kalıntılarla beraber. Ama yüzüm ak! Bembeyaza boyanmış katı hallerimle, barış çağrıları yapıyorum dört bir yana. Kan gövdeyi bir şekilde götürür ve ben her zaman o muz kabuklarına basar düşerim.

Neyse ki gülünecek şeyler hep bulunur.

Loading

Sosyal Ağlarda Paylaş:
Önceki Yazı

FOTOĞRAF 2 / BEYZANUR KARAGÜZEL

Sonraki Yazı

SAAT 5 / BORAN İKİZ

post-bars

Bir Yorum Yapın