KAR VE ETKİNLİK / AYŞE KAYGUSUZ ŞİMŞEK
Karda Eriyen Dolar 2
Yarın ki etkinlik için sırt çantamı hazırlıyorum ve dinlenmeye geçiyorum. Etkinlik başlangıç saati 11.00 ama ben on ikiye doğru çıkıyorum evden. Günlerden cumartesi, arabasıyla oğlum bırakacak beni. Salona geldiğimde masalar kurulmuş, herkes de yerini almış. Benim masam da hazır, üstelik adım da ‘okura’ hitap edecek şekilde yazılı. Yani bir yazarın, şairin adı masanın üzerinde nasıl duruyorsa öyle duruyor. Bu çok hoşuma gidiyor. Konuşma yapan arkadaşların sözünü bölmemek için sessizce yerime geçiyor, çantamda getirdiğim kitapları yerleştiriyorum masanın üstüne. Anlıyorum ki bu konuşmalar tanışma amaçlı. Sona kaldığım için sıra bana çabuk geliyor. Hiçbir zaman küçük harfleri kullanamayan ses tellerimden gürül gürül çıkıyor büyük harfler. Kelimeler, sözcükler. Benden sonra gelen bir arkadaş da kendini tanıttıktan sonra derneğin başkanı Neslihan Hanım bir konuşma yapıyor. İnsan ruhuna dokunan yumuşacık sesiyle. Yıllardır savunmadan örgütlenmeye kadar her türlü mücadelenin içinde olmanın verdiği bilinç ve cesaretle. Savunma diyorum çünkü kendisi iyi bir avukat. Özel ilişkilerdeki dostluğuna ise diyecek yok. İşte bir o kadar can!
Can deyince, hiçbir şeye emek vermekten korkmayan yürekli kadın Dilek’i unutmamak gerekir. Ekmek ve şarabını paylaşan! Siz ne güzelsiniz yahuu! Diyorum, yüzyıl sonrasından duyulacak sesimle…
Yeni gelen insanlar oluyor tanıdık, tanımadık. Masalarımıza yayılıyorlar gülümseyerek. Tabii gülümsemeler karşılıklı bir hoşnutluk. Ah! Ne güzeldir insan yüzündeki gülümseme tınısı! İki yılı aşkın bizi evlerimize hapseden Covit illetinden sonra bir insanın gözlerindeki ışığı görebilmek ne muhteşem bir görsel! Bir kez daha anlıyorum ki her şeyin içini dolduran, güzelleştiren ve anlamlandıran insan unsuru, ama insan gibi insan.
Kitaplar imzalıyoruz hem konuklara hem birbirimize. Fotoğraflar çekiyorum tek tek. Ne de olsa fotoğraf kursu almışım ve iyi bir fotoğraf arşivim var. Fotoğraflar ki, her bir karesinde giz dolu anlar!
Arkadaşlardan biri ud çalıyor. Şiirler okunuyor güne damgasını vuran. Çaylar içiliyor sohbet aralarında. Zaman su gibi akıp gidiyor hiç farkında olmadan. Salonun içinden geçip arka bürolara gidip gelen insanlardan anlıyoruz akşamın olduğunu. Saate bakıyorum, annem yüzüme gülümsüyor, koluma taktığı altın sarısı saatte. Hemen oğlumu arıyorum.
“Oğlum neredesin? Gel beni al.”
“Hastanedeyim, test veriyorum anne. Birazdan ararım seni.” Oğlumun test veriyorum demesi çok da düşündürmüyor beni. Covit döneminde işi gereği her ay test verdi ve hepsinde de sonuç negatif çıktı. On dakika sonra arıyor oğlum.
“Anne ben Vedat Dalokay da kaldım.”
“Neden?”
“Kardan olmasın.”
“Kar o kadar çok mu ki?”
“Dışarı çıkınca görürsün.”
“İyi tamam, sen gelme eve geç o zaman. Ben otobüsle gelirim, merak etmeyin beni” diyor, toparlanmamı hızlandırıyorum. Kendim için aldığım kitapları da yerleştiriyorum sırt çantama. İmzaladığım kitapların parasını ve elimde kalan birkaç kitabı da derneğe bağış olarak bırakıp çıkacağım. Dilek, “Kızılay’a kadar beraber gidelim istersen, ben taksiye bineceğim” diyor. Kabul edip birlikte hareket ediyoruz. Dışarı çıkınca ne görelim! Trafik diye bir şey yok. Cadde tıklım tıklım araba. Hiç hareketsiz kilitlenmiş kalmış. Kar yağıyor. Kimi yerler karı tutarken, kimi yerler sulu sepken gibi eriyor.
Bir an kararsız kaldık, bulunduğumuz kaldırımda mı beklesek, ileri yürüyüp karşı ara sokak girişinde mi beklesek. Sonra karşı ara sokağın daha tenha olduğunu gözlemledik ve karşıya geçtik. Bu kez de bir tek taksi geçmiyor. Karşıdan bir tane görüp seviniyoruz, maalesef dolu. Dilek’in ayağında ayakkabı topuklu ve yürüyemiyor, ama Dilek’in yeri Kızılay’da. Ben taa Mamak’a gideceğim.
“Canım, Dileğim ben buradan ayrılayım ve yürüyerek de olsa ineyim Kızılay’a.”
“Olur, Ayşem sen nasıl istersen öyle yap.”
Oradan ayrılıp tekrar yolun, geldiğimiz tarafa geçtim. Yürüyorum! Bizim salondan çıktığımız vakit tam da önümüzden geçmiş olmalı, ama bir türlü ilerleyememiş bir halk otobüsü gördüm ileride. Adımlarımı biraz daha hızlandırdım. Otobüsün yanına geldim, kapının camına vurdum, açtı. Oh! dedim, nasıl olsa başımı bir yere soktum. Burada yalnız değilim, herkes benim gibi. Santim, santim ilerliyorduk. İçerden sesler yükseldi.
“Bura neresi? Biz nereye gidiyoruz?”
Camların pusunu elimle silerek dışarıya baktım. Tam da Kocatepe’den çıkıp Mithatpaşa Caddesine giriyoruz. Birden hareket ettim. Bir taraftan da “Kaptan Yüksel Caddesi girişinde durabilir misiniz, inelim.” İnelim dedim çünkü kapının ağzına toplananlar ne yapacaklarının şaşkınlığı içinde nerede inebileceklerinin hesabını yapıyorlar. Benim sözümün üstüne, “Kızılay’da inmek isteyenler burada inebilir.” dedi şoför.
İndim. Sol ayak bileğimin üstüne zor basıyorum. Bir an korktum, otobüsün altında kalacağım. Karanlık, rampa, yerler kaygan ve kalabalık. Hızlı hareket etmem gerekiyor yoksa kalabalığın ayağının altında kalabilirim.
Güçlükle geçtim yolun karşısına. Ağır aksak yürürken yavaş yavaş da açıldı ayağım. Uzun zamandır sol ayak bileğim çatlak ve kıkırdak doku ezik. Otobüste uzun süre ayakta kalınca beni zor durumda koydu, biliyorum. Caddenin diğer ucunda bulunan metroya kadar yürüdüm. Bu kez de merdivenler çalışmıyor. Yeni ayağımın sorunlu olmasının acısını çekerek, tek tek indim merdivenleri. Her şeye rağmen Dikimevi’ne kadar geldim metroyla. Yukarı çıktım ve doğruca dolmuş durağına yürüdüm. O da ne? Tıklım tıklım insan ve bir tek dolmuş geçmiyor. Haa dolmuş geçiyor ama her nedense hep Akdere dolmuşları, Ege dolmuşu yok. Havada atıştıran karın, başımdaki atkının ibiklerini açacak kadar esen rüzgârın içinden yola dikkatimi toplayarak baktım. Uzun aralıklarla da olsa Ege dolmuşları geliyor, ama caddenin ta öte tarafından ve hızını hiç düşürmeden geçip gidiyorlar. İçleri insan paketi! Etrafıma bakındım. Hemen yan tarafımda dört kız öğrenci. Taksi dolmuş yapmaktan konuşuyor. Hemen daldım konuşmanın içine. …