MOR / BEYZANUR KARAGÜZEL
ÖZGECAN ASLAN’IN ANISINA…
11 ŞUBAT 2015
“Zıvanalı geçme tekniği nedir Aslı bilir misin?
Bak öğren bunu.
Çünkü bu şiir birbirine geçmiyor.
Acıyor, soğuyor, acıyor, soğuyor, acıyor, soğuyor.
Bitişmiyor. Birinin acısı öbürüne geçmiyor.
Bütün kadınlara bundan böyle başka türlü “ateşli” olmayı
“şiddetle” öneriyorum Aslı
Çıkıp iki oda bir salondan
Ateşli silahlar elimizde, Uma’nın kılıcı belimizde,
Savunma ve dövüş sanatlarında ustalıklı.
Anitsayac’ta bu kadar kadın ismi yeter,
Yeter artık, yeter çıkalım zıvanadan.”
Birhan Keskin, Aslı Serin- fakir kene, http://anitsayac.com
Eğer ilk Havva elmayı tatma cesaretinde bulunduysa, dünyanın tam merkezinde ama bir o kadar meçhul bir konumda, dünyaya inişin suçuyla mor bir ağacın tohumu şüphesiz ki atılmıştır. İnleyerek konuşan mor bir ağaçtır mevzu bahis, üstüne gitmeyiniz, zaten suçla yayılmış adi köklerinin acısıyla inliyor.
Aşamalarla, teker teker kanatarak, deşercesine köklerini yayıyor. Bu ağaçtan korkan küçük kızların bir eli her zaman cebinde bekler, sorsak ceplerindeki elleri bir tehditten kaçışın ifadesi olarak belirir sözlerinde ama cepleri bomboş, parmakları arayışla içeride oynuyor yalnızca, yardım yerine soru işaretleri topluyor. Ceplerindeki mor kökler, dünyaya terk edilmişlik bir şeyler anlatıyor: Bir gün adaleti sorgulatır, öbür gün dünyaya iniş denen kapıyı; ertesi gün adaletin kaypak zeminini anlatır, sonra da dünyaya inenin acısını köklerine kazır.
Böylece sürer giderken, acı dolu hikayeler birikir birikir birikirken ne idüğü belirsiz birtakım nesneler belirmeye başlar o minik ceplerde. Ağacın sayıklamaları göklere yükselen haykırışlara, yerin en dibine gömülen gözyaşlarına, dünyanın esir maddesinde ufak lekelere dönüşür; sonrasıysa birtakım suçlu korkaklar için meçhulmüş gibi, mağdurların yüreklerindeki yüklerin uğradıkları haksızlıkların üzerine toprak olup örtülmesi gibi, tiyatro seyrinden anlayanların şöyle yandan bir gülüşle adaleti hissetmeleri gibidir. Bu adi ağacın mor destanı dört bir yanı şüphesiz ki çepeçevre saracaktır.
-Oluşmam üç aşamada tamamlandı! Yani ağacın haykırışları.
Algı hataları. Yani nedenleri yanlış bağlamak, yani kolaya kaçışlar.
Ezmek. Yani şuursuz boş kibirler.
Teslim olmak. Yani savaşamamak, yani güçsüzlük, yani sessizliğe mahkum kalmayı yeğlemeler.
İlk Aşama: Algı Hataları
-Şimdi güzelim insanoğlu, hataların kendilerinden çok, oluşmaya başladıkları o ilk an önemlidir çünkü hatanın gerçekte ne olduğuyla ilgili hakiki bilgiyi aslında o verir. Mühim bir analize girişilecekse, bakılması gereken ilk adres işte orasıdır.
Ben yüzyılların sırlarını içimde taşırken gider sadece tohumuma ağlarım, işte bu yüzden!
Piknik yapmak gibi son derece saf ve güzelliklere gebe bir etkinlik düzenlenmişti o gün hemen yanıbaşımda. Bir oğlan, bir kız çocuğa sahip bir aile kuruluyordu yanımdaki çardağa. Anne, babanın ve oğlan çocuğunun taşıdığı koca çantayı masanın üstüne bırakmalarını istedi, sonra kızıyla beraber çantayı boşaltmaya koyuldular. Çaylar, kahveler, kekler, börekler, kısır desen en sahicisinden, e salatayı da unutmamışlar tabii, en son etler çıkarıldı ve baba mangal için derhal hazırlanmaya başladı.
Oğlan çocuğu küçük vücudunu babasının mangalın ateşini yakmaya çalıştığı yerin hemen bitişiğine konumlandırdı. Yalnız, babanın ağzı hep açık, sürekli bir şeyler söylüyor arada arkasını dönerek. Tabii ben insanların dilinden anlamadığımdan, yalnızca gözlemleyerek anlamaya çalışıyor ve babanın ifadesiz, donuk bir yüzle yer yer ağzını fazla açarak konuştuğunu, yer yerse yarı kapalı ağzıyla mırıldanıyor olduğunu görebiliyorum. Annenin bir eli masa düzenlemesinde, yüzü sürekli babadan yana dönük ve hareketlerinde yersiz bir panik mevcut hep. Kızsa kendi aleminde, hiçbir şeyi duymuyor gibi sanki ama elindeki çatal bıçakları yerleştirirken devamlı önünde tuttuğu gözlerindeki, babanın açılıp kapanan ağzına göre değişen ifadeleri yakalıyor, gerginliğini seziyorum. Oğlan çocuğunun yüzündeki ifade oynamaları ise pek bir anlamsız, babasına bakarken korkuyla karışık bir saygı okunuyor, annesi ve kız kardeşine hafif alaycı, sanki acırcasına bir anlayışla bakar gibi bakıyor.
E bu insanlar piknik yapmak için gelmemişler miydi yahu?
Bu iş aynen böyle sürer giderken, yukarıda anlattıklarımın hepsi her saniye daha da artıyor ve ağırlaşıyordu. Bir ara, çocuklar bütün bu ağırlığın ortasında, sanki ağırlığa isyan eder gibi, voleybol oynamaya karar verdiler. Bu esnada anneyle baba karşı karşıya oturuyor olsalar da anne sürekli, inatla, durmaksızın sofrayla ilgileniyordu. Ne yapıyor onu bile anlamıyordum, sofrada bu kadar dikkat çekici ve ilgi isteyen ne olabilirdi ki. Baba ise telefonda kahkahalarla biriyle konuşurken keyifle sigarasını tüttürüyordu.
Çocuklar voleybolu biraz tuhaf oynuyorlardı, tabii, bilmediklerinden. Sürekli top bir yerlere kaçıyor, çamura bulanıyor, sonra çocuklardan birine çarpıyordu ki çocukların da üstü başı çamur olmuştu.
Sonrasında şöyle çocuksu, esasen tatlı ve hatta komik olan bir an yaşandı: Çocukların ikisi birden havadaki topu karşılamak için heyecanla atıldılar ama başaramadıkları yetmezmiş gibi çok sert bir şekilde birbirlerine çarptılar. Bu esnada topa da bir şekilde vurmuş oldukları için, top tekrar havalanarak hala közü sönmemiş olan mangala sertçe çarptı. Mangal yerle bir olurken yanan kömürler yere düştü ve otları tutuşturdu, ha öyle halledilmeyecek, yangın boyutunda bir alev değildi tabii, zaten anne panik içerisinde babanın öfkeli suratına baktı ve sonra hemen koşup söndürdü alevi. Aynı saniyeler içinde birbirlerine çarpıp yere düşerek yaralanmış olan çocuklardan oğlan olanı ağlamaya, kızsa başını tutarak bir annesine bir babasına bakmaya başlamıştı.
Çocukların, canları acıdığında ağlaması şarttır, bunu herkes bilir değil mi?
Kız çocuğu gördü. Ufak detaylarla yılları heybesine dolduran korkunun, bir zamandan sonra artık anlamsızca hüküm sürüşünü gördü, hissetti. Saniyeleri bölerek havaya karıştığını, çaresizliğe bürünüp annesinin gözlerinin içinde kendini gösterdiğini gördü. Anlamasına anlamadı tabii ama gördü, gördüğü şeyin karşısındaysa gözyaşlarının besleyecek olduğu manasız korku atmosferinin farkına vardı, akmalarına izin veremedi.
Ben de gördüm. Saatlerdir çevresine kayıtsız babanın telefonu şak diye masaya koyup çocuklara bakışını, oğlan çocuğunun, tam da çocukluğunun gerektirdiği gözyaşlarıyla babasından aldığı talimatla annesinin yanına gidişini, anneninse ona yardım ederken gözlerinin baba ve kız arasında mekik dokuyuşunu gördüm. Son olarak bir şey daha gördüm. Alnı kanayan kızın babasıyla yeterince korku dolu bir bakışmasından sonra babanın kıza bir şeyler söyleyip telefona geri dönüşünü, annesi için de sıra bekleyişindeki o naif, kırılgan bakışı, dolu dolu olmakla kalmış gözleriyle yerden destek alarak ayağa kalkıp üstünü silkeleyişini gördüm.
İkinci Aşama: Ezmek
-Bu aşama o kadar adi, o kadar kibirli, o kadar saf kötü içerikler barındırıyor ki anlatırken şahit olmuş olmaktan, bunu köklerimde ve gövdemde barındırıyor olmaktan utanç duyuyorum.
Bu aşamanın izahı için hızlı bir zaman yolculuğuna tabi tutuyorum kendimi. Bu yolculuk, sanki çok şeyi kusarcasına anlatmış bir resmi; izbe bir konumda, harabeye çalmış bir evde, rutubet tutmuş bir duvarda asılı kalmaya mahkum kalmış bir resmi betimliyor. Asılı kalmanın sessiz öfkesi dünyaya oradan yayılıyor.
Bu resmin asılış hikayesiyle izah edelim o halde.
Üç çocuklu, ufak tefek iki odalı bir evi kendilerine yuva yapmış bir ailenin yanındaydı köklerim. Kadını uzun uzun seyrettim önce. Üç çocuğuyla gün boyu ilgilendi, onlara teker teker sevgisiyle yaşattı günü, sonra döndü bir yemek yaptı, etrafı toparladı, akşam saatlerine yakındı ki sofrayı kuruyorken gözünün hep saatte olduğunu izledim. Bir yandan çocukları gözünün önünde tutuyor ve onlarla ilgilenmeye her saniye devam ediyor, bir yandan sofrayı kuruyor ve yemeği takip ediyor, bir yandan da bekliyordu.
Evin kapısı açıldığında bir kargaşa başladı sanki evin içinde, esasen sevimli ve heyecanlı bir karmaşaydı bu. Uzun boylu, kalıplı, sert ve dik duruşlu bir adam girdi içeri, ardından kapıyı elinin tersiyle sertçe iterek kapattı.
Sonrasında olaylar şu sırayla gerçekleşti: Adam montunu çıkarıp kadınla iki kelime bir şeyler konuştu. Çocuklara uzaktan şöyle bir baktı, onlara da iki çift laf etmeyi unutmadı. Geçti sofraya oturdu. Beklemeye başladı. Bu esnada kadındaki hal değişimleriyse şu şekildeydi: Mutlu gözlerle adamı ilgiyle dinledi ama o sözlerle gerilmeye başladı. Çocuklarla konuşan adamı dinledi, dinlerken şöyle bir gülümsedi sanki. Adamın sofraya yeltendiğini görünceyse bir telaş başladı, her şeyi tamamlaması iki dakika sürdü.
Yemek yenirken mesela çocuklar ağladı, kadın hemen onlarla ilgilendi ve adam yemeğini yemeye devam etti. Yemek yenirken mesela bir şeyin tuzunun eksik olduğu anlaşıldı, kadın hemen tuzu getirdi ve adam yemeğini yemeye devam etti. Yemek yenirken mesela kapı çaldı, kadın hemen kapıyı açıp konuyu halletti ve adam yemeğini yemeye devam etti. Afiyet olsun.
Ben o ailenin kıyametinin hangi nanosaniye içinde koptuğunu hatırlıyorum. Son bir çocuk ağlamasıyla beraber yemeğini zaten yiyip bitirmiş olan babanın ağzını kocaman açarak bir şeyler söylediğini, söylediği şeylerin bıraktığı etkiyi zerre umursamayan bir tavırla beraber sertçe masadan kalkıp fosur fosur uyumaya gittiğini gördüm. Tam olarak o anın içerisinde, kadının gözleri karşısındaki duvara çivilendi sanki.
O bakışları hatırlıyorum çünkü kıyamet o gözbebeklerinin içinde koptu. İnsanın hayatının bazı anlarında böyle teklediği olur, gözleri bir yere sabitlenir, zaman durur, zihin susar ve dünya batar. O gece, o anın içerisinde, bahsi geçmiş olan resim duvara asılıp kalmıştı.
Üçüncü Aşama: Teslim Olmak
-Biz ağaçlar gibi, esasen son derece ösosyal bir canlı olan insanoğlunun arasında, birtakım insanlar sessizliği icat etti.
“Ben yüreğini yitirmiş bu zamandan korkuyorum.”
O malum gün olanlar gözlerimin önüne gelince hala yutkunmakta güçlük çekiyorum. İlk iki aşamadan da nasibini almış bir kadın, bir gece ansızın gelip oturdu gövdemin ucuna ve sonsuz gökyüzünü izlemeye başladı.
Sürekli, durmadan bir şey mırıldanıyordu gökyüzüne bakarak. Her ne kadar insanların dilinden anlamasam da dudaklarının hareketlerini o kadar uzun ve dikkatli inceledim ki sürekli yalnızca bir tek şeyi tekrarlıyor olduğunu anlamıştım. Acaba ne diyordu?
“Ben yüreğini yitirmiş bu zamandan korkuyorum.”
Çağın korkusu sessizliği gerektiriyor.
İnsanların insanları sindirerek beslendiği bu kaostan derme hayatta, bir insanın bir insanı yürekten anlayabilmesi, ruhunu derinden hissedebilmesi kadar ender görülen başka bir panzehir tanımıyorum. Belli ki bu kadına hiç uğramamıştı bu. Her şeye karşı teslimiyetinin içine aslen kendisi sıkışmıştı ve böylece evet, işte, bir insan anlaşılmamaya mütemadiyen mahkum kaldıysa onu getirin, gömün buraya. Ruhundaki yangını benim köklerimdeki zehirli toprak bile söndüremez halbuki, zira ölmeyi diler de ölemez, gömülür yine ölmez, kül olamadan yanmanın acımasızlığını saniye saniye keşfeder. Şimdi Prometheus’a sormak lazım, ne vardı bu gaddar ırkın eline verecek bu ateşi, mutlu musun yahu?
“Ben yüreğini yitirmiş bu zamandan korkuyorum.”
Kadının iç çekişinde bile bu korkunun hayaletleri cirit atıyordu çünkü ucu bucağı olmayan acılardan sonra insan o korkuya kendini bırakmaktan başka çare bulamazdı.
Büyük acıların, onları yüklenmiş kamburların ruhunda sonsuza dek salınıp durmaması için, bu kambur kalmış biçarelerin ağıtlarının son bulabilmesi için tek bir tutarlı yöntem vardır; o da bu yaraların, bizzat yaraları açmış olan kişiler tarafından sevgiyle, sabırla, şefkatle sarılmasıdır. Fakat gelin görün ki bu insanların yara sarmak gibi bir derdi katiyen yoktur zaten, hatta bırakın yara sarmayı, esasen işin en kabullenmesi zor ve tuhaf olan tarafı yara açmak gibi bir niyetleri de yoktur. Bu insanların ruhu kötüdür, onlar yalnızca kendilerini besleyecek şeylerle ilgilenirler ve tabii ki beslenirken yaralar açarlar umarsızca.
Ben o kadının ruhunun kendi boynuna urganı ne zaman geçirdiğini biliyorum. Korkuya kendini bırakmanın, direnmekten bile daha kolay olduğu o lanetli anda bir saniye bile düşünmeden yapmıştı bunu.
“Ben yüreğini yitirmiş bu zamandan korkuyorum.”
Yepyeni bir aşama, bir sonlanışın tarifi: Zıvanalı Geçme Tekniği
-Bütün bu aşamaların yarattığı kaos ortamının içinde, dünyada yeni soysuz bir cins boy gösterdi, onları tek tek biçmek hepimizin görevidir.
Hep varlardı aslında ama örgütlenme fırsatı bulamamışlardı, fırsatı yakalar yakalamaz insanlığın yakasına adeta insanlığı felce uğratan keneler gibi yapıştılar. İşte tam bu esnada, konumunu vermek istemediğim bir yerde, bir kız çocuğu elinde birtakım nesnelerle birlikte bir anda gövdemin içinde belirdi. Onu tam içimde, kalbimde hissettim. Sanki köklerime yavaş yavaş yayılıyor, her bir dalımı tek tek ele geçiriyor, yapraklarıma düşüncelerini nakşediyordu.
Gövdeme yaydığı birbirinden korkunç nesnelerin üzerlerinde isimler ve yazılar yazılıydı sanki. Hepsi ayrı bir isme ve intikamına değiniyor, zaten kökümde hissettiğim acıyı körüklüyor, yakacaklarının altını çizercesine bir tek şeyi sürekli mırıldanarak tekrarlıyordu. İnsanların dilinden anlamayan ben, bu kızı anladım. İnsanların dilinden anlamayan ben, bu kızın dilinden anlayınca anladım meselenin insanlıktan çıkalı çok olduğunu, epeyce anladım.
“Anlayın artık!
Anlamazsanız, yok olmaya mahkum olanlardan olacaksınız.”
-Ben anlıyorum!
Böyle bağırmak, kendimi kurtarmak istedim ama beni yok etmeyi çoktan kafasına koymuş gibiydi.
-Ben anlıyorum! Hor görmeyi, mobbingi, şiddeti, tacizi, tecavüzü, cinayeti ve bunların birbirinin üstüne devamlı kümelenişini anlıyor ve soyunuyorum isyanıma. Şiddetin haklı sebepleri mi var? Demek ki şiddetin bir insanın ruhunu nasıl talan edebileceğiyle ilgili tamamen fikirsizsiniz. Tacizin hafifletici olabilecek bir dayanağı mı var? Demek ki tacizin bir insanın gururunu, özünü nasıl matkapla deldiği konusunda tamamen fikirsizsiniz. Duyamadım? Tecavüzün iyi hali mi var… Anlıyorum.
Bir gün yalnızca bu kendi cinsinize ait olan bir dört duvara sıkıştırılır, yıllara mahkum edilirsiniz. Sonsuza kadar bu cinsin kendi arasında kendilerine mahkum kalması, ihtiyaçları olan bu cinsin ihtiyaçlarının karşılanmayışı vesaire vesaire. Gör sen o zaman şenliği işte. Kendi aranızda karşılayın bakalım ihtiyaçlarınızı! Sonrasında kendi cinsinizi kendinizin yok edeceğine şüphe yok.
Ben anlıyorum! Ama kız beni yok etmeyi tekniğin ilk adımı olarak görüyordu, onu da hissetmiştim tam kalbimin ortasında.
Haklı mı? Haklı!
Bu mor ağacın tohumlarını ben taşıyorum kökümde, gövdemde, her bir zerremde taşıyorum onu. Bir kadın kızına şefkat gösteremez, acısı bana kazınır. Bir kadın zaaf gösterir hor görülür, acısı bana kazınır. Bir kadın sonsuz anlaşılmazlığın cehenneminde yanar, acısı bana kazınır. Bir kadın ezile ezile, parçalana parçalana hayatın içerisinde kıvranır durur ve bu bendendir! Bir kadın korku dolu bekleyişlerle yaşama tutunmaya çalışır, yıkmaya değil yapmaya çalışır ama canavar gelir, şahdamarını bir başka küçük kadının gözü önünde parçalar ve bu bendendir! Bir kadın kanlı gözyaşlarıyla, çığlıklar içinde, son bir güç tırnaklarını geçirir canavara ama yakılarak can verir ve bu bendendir!
Kadınlar sürekli ölür ve bu bendendir.
Beni bu dünyadan silmeden, her şeyi yakıp yıkmadan, ortalığı velveleye vermeden, var edilmiş olan her şeyi yok etmeden önce, gözleri çakmak çakmak yanıyorken, tek ve son bir cümle etti.
Adalet mordan yana devrilmiş, dedi, hadi boynunuzu bükerek seyredin şimdi.