AYNA – İDRİS ERDOĞDU
Git başımdan, nereye gidersen git! Artık başım kaldırmıyor. O lanet olasıca da bir kahpenin peşinden gitti, sen de git bul birini ama ben gitmeden bul, dünya gözüyle göreyim.
Yeşil beyaz kareli kumaşla kaplı formika çekyatın bir türlü tutmayan dolap kapaklarıyla uğraşırken bir taraftan da söyleniyorum. Başımın ağrısı dayanılmaz olduğunda ev dönmeye başlar duvarlar, eşyalar üstüme üstüme gelir.
Kızın gittiğini fark etmedim bile. Allah’ın belası ağrı bu sefer çok şiddetli tuttu. Bahçeye çıkabilsem biraz temiz hava iyi gelecek. Duvarlara tutuna tutuna dış kapıya doğru ilerliyorum. Şimdiki bütün hayatım demiryolu çalışanlarının kurduğu kooperatiften aldığım bu altmış metre kare evden ibaret. Ağrı şiddetini gittikçe artırıyor, ne yapsam ki? Çünkü arkasından bulantı, kusma, bayılma, düşüp bir yerlerini kırmak artık hayatımın parçası oldu. Dışarıya bir çıkabilsem en azından komşulardan biri görür yardıma gelirdi. Böyle zamanlarda çok korkuyorum. Tüh! Keşke kızı göndermeseydim…
O söylenip çekyatın kapaklarıyla kavga ederken kız çoktan sokağın köşesindeki taksi durağından şehirler arası otobüs terminaline doğru yola çıkmıştı.
Gözleri karardı. Eliyle bir şeyleri yakalamak için boşluğu taradı, son anda soğuk bir şeye tutundu. Banyo kapısının kolu olmalıydı. Zaten bütün odalar banyo, tuvalet, mutfak hepsi bu daracık salona açılıyordu. İyi ki soba yanmıyordu. O arada bu nasıl aklına geldi…
Tutunduğu demirin soğukluğu ile bir anda uzaklara çok uzaklara gitti. Soğuk demir aynı yerde avucunun içindeydi ama o artık konağın ikinci katında Ağa Baba’sının çalışma odasının önündeydi. Ağa Baba odada oturmuş çiftliğin gelir giderini hesaplıyor, arada bir girip çıkan azapları, yarıcıları, icarcıları azarlarken; O, kapının koluna sıkıca sarılmış gelip gidenlere kapıyı açıp kapatıyordu. Yarıcı Hüsmen içeri girerken Ağa Baba kafasını defterden kaldırıp ona göz kırptı. Hadi ama der gibi başını yana eğerek babasına baktı. O kadar. Ağa Baba Hüsmen’e bağırmaya başlayınca hızla kapıyı kapattı. Ağa Baba Hüsmen’e neden bağırmıştı? O iyi bir adamdı. Yüzünde çalıştığı toprakların suya hasret çatlaklarının izini taşırdı. Başından boynuna doğru uzayan sarı hatta kırmızıya çalan saçları ya da sakalı değil de porsuk çayının iki yakasını saran kıraç tepelerden savrulan katmerlenmiş yoksulluktu. Çalışmaktan kuru bir sırıma dönmüş bedeni, güneş yanığı giysiler içinden kaçacakmış gibi dururdu. Konağa her gelişinde cebinden bir şeyler çıkarır, üst kata çıkan merdivenleri tırmanana kadar kuşlara yem verir gibi ona verirdi.
Anlaşıldı, Ağa Baba dışarı çıkmayacaktı. Aşağıya bahçeye inmek istiyordu. Soğuk demiri bırakmak istedi, bahçe konak bir anda kaybolur gibi oldu tekrar tutundu. Şu an burada olmak iyi gelmişti. Konağın bahçesi dut, elma, ayva, zerdali, nar ağaçlarıyla doluydu. Bahçe kapısından girişte iki yana sıralanmış üvez güller yazı yabanın tüm güzel kokularını toplamış, katmerli yaprakları arasından güneşin ışımasıyla her yana salmışlardı. Bahçenin ortasında kocaman bir kara dut vardı. Dut, koca ovanın sıcakta kavrulmuş, susuzluktan çatlamış dudaklarından yükselen iniltilerini yapraklarının hışırtısıyla semaya, gök aynaya, gönderir gibi dallarını uzatmıştı. Ağa baba onun kaba gölgesine küçük bir süs havuzu yaptırmıştı. Boş zamanlarında gelir havuzun başında oturur, birbirine sarılmış iki yunus balığının ağzından fışkıran suyun döndürdüğü topları izlerdi. Havuzun içine ve kenarlarına dökülen dutları toplamak için sakalar, bülbüller kaşla göz arasında iner gagalarına sıkıştırdıkları dutla tekrar yapraklar arsında kaybolurlardı.
Zihni yorulmuştu, parçaları denkleştirmek için bir ara soluklandı. Olmak istediği yerde kaldı.
Kapının kolunu tekrar kavradı. Bahçeden gelen sesleri duymak için iyice kulak kabarttı. Seslendi ya da seslendiğini zannetti. Karşılık gelmedi. Kapı boşlukta hareket edince kapının ritmiyle ileri geri sallandı.
Ağa baba keşke işini bitirip aşağıya inse. Beraber inmek hoşuna gidiyordu. Üst kata çıkan merdivenler dolaşık yılanlar gibi karşılıklı kıvrılıp yukarıda sahanlıkta buluşuyordu. Merdivenlerin andız ağacından tırabzanları yıllardır dokunulmaktan kıpkırmızı taş rengini almıştı, bilmeyen mermer zannederdi. Konağın her bir parçası ayrı bir yerden getirilmiş, Koca Dede zamanında gözlerden ırak vadinin içine yapılmıştı. Gerçi Ağa Baba’nın büyüğü Bey Baba mebus olunca konağın benzeri dört tane daha başka başka yerlere yapılmıştı ama bu başkaydı. Bey baba ile Ağa Baba havuz başında konuşurlarken duymuştu. Kiremitleri ta İtalya’dan getirmişler. Anlamadığı herkes konaklarda dururken neden yalnız o ve annesi köyde iki katlı kerpiç evde kalıyordu.
Kapıyı zorladı açamadı. Ağrı öylesine artmıştı ki sabah kahvaltıda yediği bir parça kızarmış ekmekle içtiği bir bardak çay ağzından burnundan dışarı çıktı. Ayağa kalkmak için son bir kez çabaladı. Kapının kolunu koparırcasına bastırarak ayağa kalktı. Etraf kararmıştı ama daha sabah olduğunu biliyordu. Bir elini kapının sövesine attı, canı yandı. Sövenin kenarından kopmuş kıymık eline batmıştı. Sevindi bilinci açıktı. Daha fazla ayakta duramadı kendini duvara doğru attı. Duvarda Koca Dede, Ağa Baba ve Bey Baba’nın kabartma resimleri vardı. Salonun büyük duvarında kapıları denize açılan bir balkondan uzakları izleyen üç büyüğünün resmine bakardı, en çok ta denize. Sarı yazın kavurduğu Anadolu bozkırında denize bakan üç adam! Deniz, büyük mavi yer aynası, gök aynanın yansıması…
Aşağıdan birilerinin seslendiğini duydu, sesin sahibini tanımak için tırabzandan aşağı sarktı, annesiydi. Türkaan! Hadi kızım daha köye gideceğiz. Akşam esirinde yollarda kalmayalım. Konaktaki zamanları dolmuştu. Ağa Baba onların burada kalmalarını isterdi ama Huri anne istememişti. O yüzden Ağa Baba haftada bir uğrar, ihtiyaçlarını karşılar, sonra arabasına atladığı gibi diğer konaklara giderdi. Ağa Baba; bir toz bulutu, araba gürültüsü, odada azarlama, havuz başında huzurdu. Duvara çarpınca bir süre her şeyi unuttu.
Kapının hızla dövülme sesiyle kendine geldi. Türkan Hanım! Türkan Hanım, beni duyuyor musun? Anahtarı arkada takılı bırakmışsın kapı açılmıyor. Bu annesi değildi. Karşı komşu Melahat Hanım olmalıydı. Yüzünde dudaklarında ılık bir şeyler hissetti. Eliyle ağzını sildi. Burnu kanamış olmalıydı. Eskileri hatırladıkça önce başı ağrır sonra burnu kanardı. Şakağını yokladı bu sefer fazladan kaşı da yarılmıştı. Soluklanmak için arkasına yaslandı. Bilinci oyun oynamaya devam diyordu. Burnuna yanık buğday kokusu geldi. Konağın mutfağında çocuklar için kavurga yapılıyor olmalıydı. Annesi keşke bu kadar acele etmese. Belki Huri anne ona da kavurga verirdi. Kızgın sacın üzerinde kavrulan buğday tanelerine bir bardak tatlı şerbet eklenince oooohhh mis. Şimdi konaktaki çocuklar avuçları yana yana kavurgaları alıp duvarın kenarına dizilecekler, dutları toplayan kuşları yansılayarak tatlı taneleri ağızların atacaklardı.
Türkan kızım!! Anne yazmasını aceleyle yolda bağladığına göre, Huri anne kızmış olmalıydı. Huri anne konağın tek hanımıydı. Ağa Baba yalnız onundu. Huri annenin merdiven başında görünmesiyle konağa ilişkin tüm hayalleri söndü. Gitme zamanıydı, kesin. Kimseye görünmemek için duvarın dibine sokuldu. Duvar soğuk, ıslak ve kaygandı. Hadi kızım, hadi ama ayıptır, bak herkes seni bekliyor. Kimsenin beklediği yoktu, elinde çalı süpürgeyle kapıya dikelmiş Huri anne dışında.
Daha fazla inatlaşmadı, merdiven başına doğru giderken duvardaki boy aynasındaki görüntüsüne takıldı gözü. Ağır kadife bindallının yerden sürünen etekleri ardı sıra uzanıyor. Sırlı camın arkasından elini uzatan bir kız çocuğu gülümseyerek gökkuşağının renklerinden oluşmuş bir oyuncağı gösteriyordu. Gördüklerine inanamadı biraz yaklaşınca görüntü kayboldu. Soğuk cam, ağzından çıkan buğuyu soğurdu. Aynada raftan alınmış bir top kumaşa sarılı bir bedenin üzerine beyaz bir tül atılmış gibi görünüyordu. Neresiydi burası, az önce annesiyle köye gitmek için uzandığı merdivende ne olmuştu?
Mutfaktan yükselen yanık kokunun ayrımına vardı. Keşkek ve helva karılıyordu. Kendinden otuz yaş büyük bir adamla evlendirilmişti. Adam varlıklıydı. Türkan’a da Ağa Baba’sından tarla tapa kalmıştı. İkisinin malı mülkü birleşsin, yetim kalmış kız başında erkek olsun diye bu adama vermişlerdi. Aynanın karşısında dururken bir konakta, bir kerpiç evde oluyordu. Ayakları kendinden ayrı gitmeye başlamıştı. Sanki başkasının yüreğini almış onun göğüs kafesine koymuşlardı. Ruhsuz, tutkusuz, kökleri olmayan bir ağaç gibi sallanarak aşağı indi. Ağa Baba’sının odasındaki bir kitapta okumuştu,” ölü bir yıldız var her aynanın arkasında, çocuk bir gök kuşağı ki uyur da uyur.” Merdivenlerin ortasında durup gerisin geri aynaya doğru yürüdü. Dinlediği masallardaki gibi elini uzatıp ötesine geçmek istedi. Karanlıkta kapanan ışık kabuğuydu sırlı cam. Al beni, dedi aynaya. Ne olur, al beni! Ardındaki yıldızına söyle bir kez benim için ışısın. O gökkuşağı benim. Taze bir çiğ gibi ışıldadığım anda çürüntülü bir sessizliğe gömülüyorum.
Aynanın bana baktığı yerden gördüğüm kendim ile annemin bana baktığı yerdeki görünmezliğim arasına sıkışmıştım. Geçmişimdi günümü işgal eden ve yıkıntılar içinde kalmasına sebepti geleceğimin. Unuttuğum şey kelebeklerin, kuşların derelerin sesinde saklı bir melodide şimdi burada dans etmekti, oysa yakamı bırakmayan üstüme çöreklenmiş ağır bir yıkıntının tozlarıydı.
Geçmişi her hatırladığımda sanki zihnimde bir yer tüm acıları içine çekip sadece bir tebessüm bırakıyor. Eğer o tebessümde olmasaydı. Paramparça olmuş kırık bir aynadaki yansımamada donup kalırdım. Hiçbir parçamın diğerinden haberi olmadan. Dışardan bakınca insan, işte aldatıcı olan bu görüntünün ardındaki parçalanmışlığın etle kemikle sıvanmış halidir.
Baş ağrım yavaşlamış, bulantı durmuştu. Kendime geldiğimde dış kapıya sırtımı verip kapattığımı anladım. Olduğum yerde yavaşça dönerek bu sefer dış kapının soğuk demirini yakaladım. Aşağı bastırılan kol yuvanın içindeki dili çıkarınca içeriye temiz havayla birlikte komşular, sokağın sesleri ve karşı evin camından yansıyan yalancı gök kuşağı da girdi.
Kolumdaki acıyla sarsıldım. Tanımadığım iki kadın sımsıkı kavrayıp aşağı doğru sürüklediler. O arada göz kırpan gökyüzünü fark ettim. Ne büyük bir ayna… Kadınlar anlamsızca bakıştı.