ÇEKMECELER / ZEYNEP ÇETİNKAYA
Yine umutlanmıştı…
Adamın yarı ömrünün kadınsızlığına denk gelen yükünü, iki kadehe sığdıracak küçük sevinçlere dönüştürüyordu hayalinde… Biriktirdiği ne varsa ikisine dair, peş peşe sıralıyordu zihninde… Beyaz bir şehrin sokaklarında yan yana yürüdüğü, bankta oturduğu, aynı anda üşüdüğü, ne söylenecekse aynılaşmış başka kelimelerle sustuğu anları…
Bir çocuğun, zamanı geri alma niyetinde saklı kalan masum duygusuyla geri dönmek istiyordu kasıklarındaki ince sancıya. Öğretilmiş fedakârlığın ağır yüküyle dönmek istiyordu; yaşadığı mutsuzluğa, taşıdığı yüke, yaşadığı onca iyiye rağmen, yapamadığı ne varsa hazırdı. Bir dönebilseydi.
Başka zamanlara erteleyerek yitirdiği değerlerin avuçlarının arasından öylece kayıp gitmesinin umulmazlığıydı bu… Hangi vakitler az gelmişti; bir sözcüğün, bir dokunuşun, bir bakışın, gülüşün bile anlatmaya yeteceği o coşkulu duygulara…
Gece olsa, ayakları üşüse ve yatağın sıcak sağına sığınsa…
Bir damla suyun alıp götürdüklerini, taşa kesmiş bu bekleyişin ardından yaşayacağı kucaklaşma, sıcaklığı bedenlerine geri getirebilirdi belki…
Anıların güzelliğine tutunup onca kelimeyi bir araya getirerek, herkesin duyabileceği kadar yüksek sesle haykırmak kolay sanıyordu cümleleri. Olmuyordu, duyuramıyordu sesini!
Yine daralmıştı…
Ne varsa ikisine dair güzel olan, bir çırpıda silip süpürmüştü adam… Yüreğinin pas tutmuş yerlerine tutunuyor, dinlemiyordu kadını… İyi olmaktan uzaktı! Yılların üzerinde biriktirdiği sinmiş tozunu silkelemiş, acısını sindirmiş olmanın yanılgısıyla gidiyordu…
Kadının fikirlerini, dişiliğini, dikliğini, doğurganlığını, sevinçlerini, onu yücelten ne varsa yıkarak, yerin dibine sokarak, ezerek, yok ederek gidiyordu. Ruhların birbirlerine bedenleri kullanarak sevmeyi anlattığı anların azalmasına sebep kent koşturmacasının bakışlara yansıyan duygusuzluğuna bir öfkeydi bu…
Gecenin uyumayan, karanlık ve soğuk yüzünü görmüştü kadın… Sonuna kadar sevgiye açtığı kalbi, adamın oklarını karşılıyordu kanayarak! Oysa tek başına kaldığı salonda, oturduğu sandalyeden gözünü hiç ayırmadığı beyaz boş duvara, anılarını taşıyan izdüşümleri asacaktı tek tek elleriyle… Bir kelebeğin sessizliğini taşıyan odadaki kuru kalabalığa nefes veren damarların kanı boşalmıştı sanki bu firarla…
Mutsuz, çaresiz, kaygılı, derin bir çığlığın içinde karşı çıkıyordu bu yıkıma… Acıları dağlara yansıyan insanları düşünmekle; işte, evde, sokakta günü bitirmekle gitmiyordu yüreğindeki yoksunluk…
Sessizliği boğazında düğümlenmiş bir hıçkırığa dönüşürken uzaktan bakıldığında dayanıksız zannedilen yüreğini onarıyor, içindeki umudun boy vermesini bekliyordu mücadele etmek için kadın.
Yaşamın uçup gidiciliğini anlamış olmanın yarattığı yaşlılığın izlerini, haz duyduğu bir an için bile teslim etmeye hazır olduğunu, aldığı derin bir nefesle kanıtlarcasına atacağı adımların heyecanını sayıyordu. Her adımda çıtırtısını duyduğu topuklarının kırıkları, kuracağı yeni düşlerin nasihati gibi geliyordu kulağına… Duygularını doruğa taşıyan, güçlü kılan; sevgiye, emeğe, kendine olan inancıydı ve başka varlıklarda şekil bulacaktı…
Güneşin zihnini aydınlatan ışığı, gökyüzünün ruhunda tanımlayamadığı mavisi, incecik kum tanelerini saklayan denizin, bazen kıpırtısız bazen coşkulu halleri gibi seviyordu yaşamayı…
Ve biliyordu; böylesine bunaltıcı sıcakların ardından, toprak kokan bir yağmurla ürperirken bulacaktı kendini yine, yeni bir sabahta…