GİTTİ DAYIM GELDİ SİNEM / SELAHATTİN AVCI
Mezarlığın içindeki deli zeytinler, tanelerini toprağa döktüğünde kendime hep şunu sorardım, yağmur çok yağarsa taneler bir yol bulup da toprağa ne kadar karışır, nerede ağaca sevdalanır? Lojmanın camından yere düşen taneleri görmek elbette zordu. Hele de odamdaysam-uyuyacağım zaman-korktuğum dolunay gecelerinde pencerem küçülür, ben de minnacık kalır, dökülen zeytine dönerdim. Oysa yıldızlar hep yerli yerindeydi, tıpkı mezarlıklar gibi. Gerçi yıldızlara bakmaya da ürperirdim, kafamı göğe kaldırsam sanki mezarlık beni yutacaktı. Korkan bir ben miyim, derdim. Sofaya çıktığımda annemin, babamın horultuları bana ne kadar uzak gelirdi. Aralarına şöyle bir sokulayım desem liseli koca herifsin, diyecekler. Tabii ki babamın ‘siktir git lan’ demesi de var, o zaman karanlık daha da derinime girecek. Anlayacağınız, gecem(gündüz)olmayacak. Mecburen, yatağıma döndüm, yatağıma sığmam kolay oldu ama alışkanlıklarımla sabahı zora koşmak ne zordu. Öğleye doğru uyandım. Annem, “Ankara’dan abim gelecek, ”dedi. Sofradaki kurumuş ekmeğin arasına aldığım bir top peyniri çiğnerken “Ankara’dan abim gelmiş evde bir bayram havası/annem babam beni çok severmiş…” şarkısını mırıldandım mı bayram tamamdı, tamam olmasına da çok seviliyor muydum, orasını pek bilemiyordum. Gerçi sevilmemeye de sebep çok kendimce. Bendeki de kuruntu işte.
Uyuşukluğumu atmak için lojmanı ortalayıp mezarlık, çakıllı araba yolu, bedenimi okula taşıdığım susuz dere-okul- yolu. Tanrım! Ne kadar da sıkışıp kalmışım böyle. Fallardaki yollar şimdi önümde duruyordu. Geceden kalma kaygılarım çoktan un ufak olmuştu. Nasıl olsa her yer güneşe dönmüştü yüzünü. Önümdeki üç yoldan susuz dereye yollandım. Derede, bir taşı alıp yüksekçe kayalardan sektirmeyi ne çok severdim, bir iki hiç üç olmadı. Bağıra bağıra “Deniz olsaydın ben sana sorardım.” Kahrımı en çok çeken kayaya sırtımı dayayıp yüzümü güneşe, taşlardaki kertişlere sonra da yamaçta beliren anneme çevirdim. Birden ürktüm. Annem, gerçek miydi, yoksa arkamdan onu gece mi getirmişti. Bana seslenince gecenin yalanı ortaya çıkıverdi.
“Selman hadi oğlum, dayıngil geldi.”
“Tamam, geliyorum.”
Eve vardığımda bir bayram havası beklerken dayım ve yengemin kireç gibi suratlarıyla karşılaştım. Onları öperken ağzım, yüzüm, gözüm kirece bulandı. Yeni badana edilmiş bir duvarı öpüyordum, bir de üstelik duvarın soğuk yüzünü.
Dayım:
“Gız Meryem, niye burada mezarlık olduğunu söylemedin telefonda.”
Annem:
“Söylesem gelir miydin ağam? Zaten gelenimiz de yok.”
İşte şimdi imdadıma dayım yetişmişti, korkumu pay edeceğim aslan parçasıydı. Bendeki bayram havasını sormayın gitsin. Çocuklar, olan bitenden habersiz çoktan dışarıya keşfe çıkmışlardı bile.“ Şu çocukları bir kollayıversene.” diyen dayımın gündüzü böyleyse gecesini düşünemiyordum. Tekrar eve dönmekle, burada kalmak arasındaki tartışmaya yol yorgunluğu son verdi. Kalmanın çaresizliğine sığındılar. Yengem, dayımın ellerini tutuyordu. Soğuk kanepede, eline hapsettiği dayımın soğuk eline rağmen bana anlık bir sıcak gülümsemeyle baktı.
“Dayı korkmana gerek yok”
“Neye ki yeğenim.”
“ Bak evde kalabalığız, nasıl olsa.”
Babam gülerek, ”Yatağı balkona sereriz, derdini dertle sökersin.”
”Git allasen enişte.”
Dayımın sesi toktu babama karşı, ben sana gösteririm tonuydu ama sesin arkasındaki çıkmayan başka bir ses, ne de olsa eniştemsin haddimi de bilirimdendi. Neyse o gece dayım, mezarlığa karşı da haddini iyicene bildi. Sofadaki yer yatağında büyük çocuğu ve yengemi sağına, sol tarafını da küçük çocuğuyla kale yapsa da gözleri en savunmasız yeriydi. Gözlerini açsa olmuyor, kapasa olmuyor; dönse dönemiyor, istese de dönemiyor. Odun yutmuş mübarek. Damar damar olmuş, oduna dönmüş besbelli. Oracıkta kesseniz dinine yandığımın bi damlacık kanı akmayacak. Sabahı sabah etti etmesine ama ağzındaki uçuğuyla o sabah uğurladık dayımı. Üstelik taa buralara kadar getirdiği yorgunluğunu geri götürmesine söverek gitti, “Hiç mezarlığın içine sağlık ocağı mı yapılırmış,”diyerekten gidiş o gidiş.
***
Ağustosu çağıran böceklerin bir sabah Sinem’i de çağıracağını nereden bilebilirdim. Çakıl yollu taşları zıplatan dolmuşun, benim de yüreğimi zıplatacağını nereden bilebilirdim. Bildim işte hem de görür görmez bildim. Gülüşünden, saçlarından… Gözlerine bakamadığım gözlerinden bildim işte.
Elini uzatarak “Ben Sinem, “ dedi.
Biliyorum, zaten seni bekliyordum, nerede kaldın, Sinem hoş geldin, dedim. Hoş geldini çıkarırsan gerisini diyemedim tabi.“Ben Selman” işte kupkuru bir şey. Al, ne işine yarar ki… Oysa Sinem öyle mi, duyar duymaz, görür görmez kuruttu bak, oldum susuz dere. Oldum kahırlı kaya… Ulan n’olmuşum ben, susuz dereymişim de haberim yokmuş. Aşk olsun Sinem, insan bi haber vermez mi?
Lojmandaki teyzeme geldim de… Lise bitti de şöyle bir değişiklik olsun da… Burası küçük bir yer de… Lojman çok eski de… Dört evcik de… Teyzesi bizden bahsedermiş de… Falanlar filanlar…
Araya giriverdim,
“Korkar mısın?”
“Neyden?”
“Bak etrafına.”
“Yoo, ne korkacam mezardan.”
“Ohu içimde, oh ertesi gün de buradasın demek!..”
“Sahi Sinem kaç gün buradasın?”
“Bilmem, geldim işte.”
” Öyle alışkınım ki Sinem, şu ölüyü yaşamdan sınırlayan duvarı görüyor musun? Gecenin herhangi bir zamanında gelir ‘ zifiri olsun, dolunay olsun’ duvara sırtımı atar, yıldızlar kaybolana kadar bakar ha bakarım.”
“Gerçekten mi? ”
Gerçekten Sinem… Yüzünden kaçırdığım gözlerime bakma sen. Bilme işte bilme… Bilip de n’apacan ki kal mı diyeydim… Korkmayasın da gitme mi diyeydim… Ben buldum n’olur sen de beni bul mu diyeydim… Sinem ne diyeceğimi bilseydim onu derdim. Gerçekten onu derdim. Geldiğinin üçüncü günüydü, yaz ayakkabısına oradan da ayağına, ahlar vahlar arasında çivi kendine bir yol buldu. Koluma girdi Sinem. Arkamızdan annem, teyzesi, diğer komşular doğruca sağlık ocağına. Kolumda gelin ettim sandım. Çivinin ettiğine bak sen.Kızdım sonra kendime, kızcağız acıdan inim inim inlesin, sen de boş hülyaları kovala dur. Ayağından çıkan çiviyi avucuma aldım. Nasıl olsa şahidimiz, saklamaz mıyım?
***
Gitti Sinem, gider gitmez darıldım ona. Günlerce, haftalarca… Arkasına bakmadan gidişine, unutmak istemediklerime, varacağı uzak şehre, kendime. Meğer sığınaklarım ne kadar da korunaksızmış, düşlerimde yitip gitmişim de selime kapılmışım. Sonra kıyı bildim annemi, topladığım hüznümü kucağına döküverdim, gözlerimden de değil içimden döküverdim. Tesellisi anneme kaldı. İyileşmenin sıkı tut halini belledim kolay olmasa da. Zaman, her şeyi küle çevirmiş ki külüme inandım. Annem, yıllar sonra Sinem’in teyzesinin söylediklerini bana anlattı. Nasıl olsa bu oğlanın tepesinin bulutu dağıldı, söyleyivereyim de gitsinmiş. Sinem dedi -der demez -kulaklarım dikildi, dilim damağım tekrar kurudu, ateşe çaldı gözlerim, nasıl da hala otururmuş içime bilemedim. Gideceği gece çok ağlamış, teyzesi önce kendinden ayrılacağı için sanmış, işin doğrusunu öğrenince delirivermiş. Ben de gülüverdim. Annem, ”Neye gülüyon gılıksız,”dese de. Hiç dedim,demek ki Sinem benden kendine yolluk yapıp da gitmiş.