EDİTÖR / TOZ OLMAK
Türlü halleri var döllenmenin… İnsanların ve hayvanlarınki pek benzemez ağaçlarınkine…
Ağaçların tozlanma ile döllenmesi ve insan arasında ancak imgesel bir ilişki kurulabilir ki o da sanat ve edebiyatın işi… Düşünce düşünceyi rüzgar kanatlı atlılarıyla uçarak döller… Ve her ağacın dölü her ağaçta tutmaz.
Söz uçar yazı kalır derler. Söz oğul verir öğüt olur, sevgi olur, öfke olur, küfür olur, türkü olur, ağıt olur, destan olur, yazı olur, şiir olur, masal olur, roman olur… Söz var uçar, kulaktan içeri kayar. Söz var uçar yazıya konar gözden içeri akar. Söz var yalnız gözle konuşur , anlayan anlar. Söz var, söz var! Bakan göz var, gören göz var!
Sözün uçamadığı yerde yazı uçar. Bu nedenle işte kitaplar, dergiler , gazeteler… Böyle böyle döller, döllenir varlığıyla övündüğümüz, bir türlü tutamadığımız ya da tutunca söze, saza, yazıya, resme kondurduğumuz düşünce…
Allı pullu, güllü dikenli meyvelere durur döllenmiş düşüncelerimiz. Ağaç nasıl yer kendi meyvesini…?
“Üzümü asmasında kuruyan, şarapsız kalmayı ne bilir?” diyor genç bi şair.
Sözü dilinde kuruyan nerden bilsin uçmayı, yazıya konmayı.
Her türlüsü uçar da sanatın, uçmaz düşüncenin her türlüsü… konar bi dile öt ha baba öt… Uyur düş görür, uyanır ezber yorum. Dikeni görse gül olur, pamuğu görse taş. Doğar, büyür, ölür. Yaşar da doğanın her türlü diyalektiğini, yaşamaz, yaşayamaz ya da yaşatmazlar uçan kuşun diyalektiğini. Sudan geç, buhardan geç, sisten geç, pustan geç, kırağıdan geç , yağmurdan geç, doludan geç, buzdan geç.
Kar da suyun hallerinden biri değil mi?…!
Dağdan geç, kayadan geç, çakıldan geç, kumdan geç, topraktan geç…
Toz da taşın hallerinden biri değil mi?
Gelin hep birlikte çekelim toz olmak fiilinin her halini…
Bakalım Toz olmanın ne halleri var.
İyisi mi toz olalım, tozlanalım. Rüzgar bizden esmese de olur, dallarımıza sözden, yazıdan, resimden, kitaptan, dergiden, gasteden kuşlar konsun/ kalksın yeter!
NEREDE KALMIŞTIK?
Üç yıl mı oldu Hasan Hüseyin bu yazıyı yazalı. Öyle ya “Üzümü asmasında kuruyan, şarapsız kalmayı ne bilir” .Üç yıl, üzümü asmasında kuruyan dostlara ‘nerede kalmıştık’ diye başlıyoruz yolculuğa. Hani bilirsiniz Benjamin Button’un hikayesini. Savaşta oğullarını kaybetmiş saat ustasının istasyon meydanına zamanı tersten gösteren o büyük saatini. Şöyle demişti “belki kaybettiğiniz çocuklarınız geri dönebilir” .
Biz de zamanı tersten gösteren bir dergiyle başladık yolculuğa. Tersakan. Hani sanki üç yıl önce aramızdan ayrılan Hasan Hüseyin ve Bülent geri gelmek için bu ismi dergiye vermişler gibi. (Şimdi bu yazıyı okusalar –gibi olmaz- diye müdahale ederlerdi.) En son editör toplantısının ardından çok da beklemediler, hani vedalaşmadılar da. Tersakan bir nehrin onları geri getireceklerini biliyor olmalılar. Acı, sözle anlatılan bir şey olsaydı binlerce yıldır ayrılık üstüne yazılar yazılmazdı. Biz de yazmayacağız.
Derginin ilk sayısı hazırlanmıştı. Onlar erken gidince dergi yazıları da bir süre yas tuttu diyelim. Şimdi kaldığımız yerden devam ediyoruz. Nerede kalmıştık?
Gidenin asmada şarabını heba etmeyeceğiz diye başlıyoruz diyelim. Orta doğunun köktenci örgütleri ve kapitalist modernite belleği siler ve yerine kendi aklını yaratır. Bu dergide nereden çıktı şimdi? Ya da bu dergiyi biz mi çıkarıyoruz? Sadece dergi toplantısına geciktiler o kadar.
Hikayeyi dolandırmadan tam da bu noktada; belleği diri tutmak diyelim. İnsancıl Dergisiyle başlayan, Lül, Ey! Lül, Tersakan Toros, Çukurova Edebiyatçılar Derneği’nin ete kemiğe büründürülmüş hali, Taş Mekan’da şiir akşamları… Bütün bu çaba bu arkadaşların üzerinden yürüdü. Yeni sayılarda bu arkadaşların şiir poetikaları üzerine yazacağız.
Bu derginin bir meramı da olmalı Hasan Hüseyin editör yazısını yazmış. Onun üstüne söyleyecek bir şey yok. Bir ek yazıya ihtiyaç vardı. Bekledim gelmediler. Göç yolda düzelir dedik.
Merhaba…..
A. İBRAHİM